Her yeni adımımı atarken duyduğum heyecan işte yine burada, pıt pıt kalbimde. Gezi yazılarının açılış kurdelesini burada kesiyorum sevgili okuyucularım 🙂 Umarım zevkle takip edeceğiniz yazılar olur… Benim gibi dünya haritasında işaretleyeceği bir yeni noktaya daha aç olan, gezdiği gördüğü her sokağı caddeyi kendine kar sayan biriyseniz bu tarz gezi yazıları gitmeden önce okunması gereken olmazsa olmazlardandır. Ben de bu düşüncede olanlar için çorbada tuzum olsun mantığıyla gezdiğim gördüğüm yerleri sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bunlardan ilki geçen hafta sizi buralarda yazısız bırakıp çıktığım tatilim Barcelona, Andorra ve Mallorca. Mallorca başka bir postun konusu olacak çünkü fotoğraflarla beraber hepsi epey uzun yazılar, hazırlanın uçuşa!
Bir haftalık turumuzu tamamen kendimiz organize ettik. Şu sıcak yaz günlerinde hem gezme hem deniz tatili olsun dediğimizden, Mallorca ve Barcelona’ yı kombinlemiş hiçbir tur şirketi de bulunmadığından iş başa düştü ki böyle fırsatlara bayılırım. İspanya ve onunla ilgili her şeyi oldum olası sevmişimdir. Taa lise birinci sınıfta Jennifer Lopez ve Marc Anthony’ nin meşhuur düeti No Me Ames‘ ten sonra ben bu dili öğreneceğim dedim-öğrendim. Yine taa çocukluğumdan sevdiğim flamenkoyu yine ben bunu bir gün öğreneceğim dedim-öğrendim, 2.5 yıl emek verdim. E bu kadar sevip görmemek olmazdı İspanya’ yı. 9 yıl önce ilk çıkarmayı yaptım kendilerine Madrid, Barcelona ve komple Endülüs turuyla (ki bu da başka bir yazının konusu olacak). Bu kadar ara verip özlem artmışken, İspanyolcam tüm kibiriyle hafızamdan silinmeye başlıyorken, tüm parametrelerimiz İspanya’ yı gösterirken eşim ve diğer çift arkadaşlarımızla rotamızı belirledikten sonra iş planlamaya geldi. Malum, kısıtlı zamanda maksimum yer gezebilme adına oraya gitmeden tüm müzelerin açılış-kapanış saatleri, lokasyon ve ücretleri araştırıldı, birbirine yakın olanlar eşleştirildi, aynı zamanda bir Barcelonalı gibi yaşanabilecek her türlü detay programa alındı.
Eşler biraz hazıra konarken biz sevgili Firuze’ yle haritaların, kitapların, internetin altını üstüne getirerek enfes bir plan çizdik. Buna göre sabah erken uçağımız Barcelona’ ya varır varmaz merkezi otelimize yerleşip kendimizi sokaklara attık. Saati saatine ayarlı programımız başka zamana elvermediğinden hemen kızlar erkekler ayrıldık ve onlar FC Barcelona’ nın meşhur stadı ve müzesini gezmek için Nou Camp’ in yolunu tuttular. Biz hiiiçç ilgilenmediğimizden şehrin en ünlü caddesi Passeig de Gracia’ yı keşfe çıktık.
Her yerde buram buram Antoni Gaudi mimarisinin hakim olması sevmeyeni için abuk subuk binaların olduğu ama seveni içinse tam bir masal kitabının içinde geziyormuş hissi yaratan bu cici şehirde ikinci adresimiz Gaudi’ nin başyapıtı La Sagrada Familia’ ya başlamadan önceki son eseri olan Casa Mila yani diğer adıyla La Pedrera idi.
Şehrin simgelerinden biri haline gelen bu apartman denizdeki dalgaların ve yosunların verdiği ilhamla 1910 yılında tamamlanmış ve dahilinde hiç düz duvar barındırmamasıyla ünlü. Ünlü Mila ailesinin yaşadığı bu apartmanın dışı kadar içi de dönemi ve ailenin zenginliğini hayli vurguluyor.
Ailenin çocukları için yaptırdığı bu devasa bebek evi de bunlara bir örnek. Fotoğrafı iyice yakınlaştırıp öyle incelemenizi tavsiye ederim, ben detaylara ve işçiliğine hayran kaldım.
Buradan çıkışta günü bitirmeden hemen yürüyerek (şehri keşfetmenin en güzel yolu) 15-20 dakikada vardığımız Gaudi’ nin son şaheseri ve “bitmeyen kilise” olarak tarihe geçen La Sagrada Familia’ ya (kutsal aile) geldik. 1882 yılında yapımına başlanan ve Gaudi’ nin inşaat boyunca bazilikada kaldığı ancak tramvay çarpması sonucu hayatını kaybetmesinden dolayı o zamandan bu yana yapımı tamamlanamamıştır. Bunda modern mimarinin öncülerinden kabul edilen ünlü mimarın karmaşık tarzının çözülmesindeki güçlük ve o zamanki yöntemlerin günümüz teknolojisine uydurulmasında yaşanan sıkıntılar etkili olmuş. 2022 yılında bitmesi planlanıyormuş. Bence bitmiş halini de görmek gerek çünkü gerek dış gerek iç mimarisi oldukça etkileyici. İçerideki akustiğin güzelliğini söylemiyorum bile. Bir dipnot giriş biletinizi bizim gibi yapıp daha Türkiye’ deyken internetten satın alırsanız 1, bazen 2 saate varan gişe kuyruğunu kolaylıkla geçmiş olursunuz, vaktiniz size kalır.
Bu turumuzu da tamamladıktan sonra ilk gün akşam yemeğimizi Pans & Company’ e kurban vererek (yorgunluktan dolayı) son durağımız Illa de la Discordia üzerindeki yine Gaudi eseri Casa Battlo’ ya gece çıkarmamızı yapıyoruz. Sebebi ise zaten ismi (house of bones-kemik evi) olan bu apartmanın gece ışıklandırmalarıyla çok daha görkemli ve ürkütücü duruyor olması. Günü tatlı bitirelim diyerek Barcelona’ nın ünlü pastane-cafelerinden Farga’ ya girip birbirinden güzel tatlılarından yiyoruz. Burada aynı zamanda hediyelik alabileceğiniz Gaudi mimarisine gönderme yapan ambalajlarla kaplı çikolata ve şekerlemeler de mevcut. (bu işleri son dakikaya bırakanlardansanız Barcelona havaalanının içinde de bir şubesi var) Bademli pastası ve limonlu cheesecake’ ini tavsiye ederim. Benim yediğim crem catalana diye bilinen Katalan mutfağına ait anason aromalı üstü crem brulee altı cheesecake benzeri bir tatlıydı ki anasondan dolayı pek beğenmedim, notlarınızı alınız efendimmm…
İkinci günümüz ise Andorra’ ya aitti. Yine önceden biletlerini aldığımız otobüs ile sabah 8:15′ te yola çıktık. 3 saat 15 dakikalık yolculuğun ardından kayak cenneti olarak bilinen ama turistlerin daha çok gümrüksüz alışveriş için tercih ettiği, tahmini 90000 nüfuslu bu şirin prensliğe vardık. İnternette ve kendi çevremden mutlaka gidin/gitmeyin diye pek çok farklı yorum duyup bocalamama rağmen, o dünya haritasına bir ülke daha ekleme merakıma yenilip “bir daha ne zaman gideceğim ki?” diyerek gitme kararı aldık.
Sadece ve sadece 31 km² olan bu küçük ama zengin ülke bana Lüksemburg’ u hatırlattı. Tipik şirin, sessiz, sakin, temiz, düzenli bir Avrupa şehri-ülkesi.
Gelelim notlara. Bir kere öyle söylendiği kadar çoookk ucuz bir ülke değil. Sadece gümrüksüz alışveriş. Aldığınız şeyin diğer ülkelerdeki vergi oranının fazlalığına göre mantıklı ve makul oluyor alışverişiniz. Parfümler genel olarak duty-free mağazalarından ucuz. Ülkemizdeki fiyatların üçte biri veya dörtte birine bulabileceğiniz diğer şey ise alkollü içkiler. Dönüşte havaalanından halletmeyi düşündüğünüz bu tarz alışverişinizi gözü kapalı burada bitirin çünkü iddia ediyorum hem kolay bulamayacağınız markaların hepsi mevcut hem de bu fiyatlar dünyanın başka yerinde zor bulunur. Örnek: Türkiye fiyatı 90 TL olan 1 Lt. Absolut’ un 4,5 litrelik şişe fiyatı 107 TL’ ye denk geliyor. İlgilisine duyurulur.
Elektronik alışverişiniz de varsa kesinlikle burada yapın. Cep telefonundan ziyade, kamera, Apple TV, Play Station, GoPro tarzı “büyüklere oyuncaklar”ın fiyatları oldukça makul. Kayak malzemesinde fiyatların çok uygun olduğunu duyduk ancak ne yazık ki Pireneler’ e sırtını yaslamış bu kayak kentinde sezon dışı bulunduğumuz için hiçbir dükkanda bulamadık.
Lüks markaların tamamının şubeleri yok, o yüzden ilgilendiğiniz özel bir marka varsa gitmeden önce internetten kontrol etmekte fayda var, fiyatlarda alınabilecek farklar olabiliyor.
Fazla gezdik yorulduk, öğlen yemeği için buranın iyilerinden olan And Zone Burger’ i tercih ettik. Gerçekten namını hak ediyor. Dana etinden yapılan lezzetli hamburgerlere baharatlı küp patatesler eşlik ediyordu, yanında gelen önce haşlanıp sonra tereyağı ve ne olduğunu çıkaramadığımız bir baharatla çevrilmiş mısır bir harikaydı. Sadece o mısır için bile Andorra’ ya tekrar gidilir 🙂 (Fazla mı boğaz düşkünüyüm emin olamıyorum bazen). Yemekleri bitirip turumuza devam ederken o ana kadar 28 derecede t-shirtle, sandaletlerle gezip bunaldığımız bu epey yüksekteki dağ şehrinde kara bulutlar belirip bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru görünce sabahtan beri bizi “bakın internet gök gürültülü sağanak yağışlı diyor” diye uyaran eşimi dinlemediğimize pişman olduk. Moralleri bozmayıp yağmurun ve Andorra’ nın tadını çıkardık ve sokakları gezerken mutlaka burayı bir de kışın karlı zamanda görmek gerektiğine karar verdik.
Bu fikirle akşam 20:15 otobüsümüze binip yola çıktığımız sırada Andorra bize son sürprizini yaptı. 10 dakika önce artık serinlemiş ama 14 derece civarına ancak gerilemiş olan hava henüz kararmamışken sınır kapısına yaklaştığımız sırada yerdeki çimenlerin üzerindeki en az 2 cm kar kalınlığıyla neye uğradığımızı şaşırdık. Şoktan fotoğraf makinasına ancak yetişip ucundan kıyısından görüntüleyebildik. Otobüs şoförümüz karın 15 dakika önce yağdığını söyledi. Meğer orada böyle havalar çok normalmiş. Bir günde dört mevsim lafının birebir yaşanmışı işte size! 🙂
Rica ediyorum çok sevdiğim coğrafya hocalarım bunu bana açıklasın, biz böyle bir şey görmemiştik ama derslerde!? 🙂 Yine de her şeyiyle Andorra’ yı çok sevdik, size de tavsiye ederiz.
Ve 3. gün ve dopdolu bir program daha. Bugün eski şehir kısmını yoğunlukla gezeceğimiz için biraz hız kazanabilmek ve yerel halk gibi yaşayabilmek adına bisiklet kiraladık. Budget Bikes‘ tan kiraladığımız bisikletlerle gün Barcelona Katedrali’ nde başladı. Sonra şehir tarihi müzesini gezecekken (Museu d’historia de la Ciutat) internette yazmamasına rağmen pazar günü kapalı olduğunu öğrendik, dışarısından bir tur atar atmaz rotamızı şehrin diğer önemli katedrallerinden olan Basilica de Santa Maria del Mar’ a çevirdik. İyi ki de öyle yapmışız. Bazilikaya vardığımızda bir düğün töreni yapıldığını gördük ve tabii ki hemen içeri girdik izlemeye. Düğünden bir fotoğrafı instagram’da paylaşmıştım. Oradan sonra Picasso müzesine girmeye niyetlendiysek de ne yazık ki dar bir sokak olan Carrer Montcada’ da bulunmasından dolayı bisiklet parkı epey uzakta kalmıştı ve çılgın gişe kuyruğundan burayı ziyareti sonraya bıraktık ama malesef tekrardan vakit bulamadık. Burası da Figueras şehrindeki Dali müzesi gibi bir sonraki gelişte gidilecekler listesine kaldı.
Barcelona sokaklarında bisiklet turumuz
Bisiklet tepesinde 35 derece sıcakta hayat kolay değil; o zaman yemek vakti! Şehrin güneyine doğru yollandık, sahile çok yakındaki muazzam güzel Parc de la Ciutadella’yı da bisikletle turladıktan sonra öğle yemeği için Port Olimpic’ e geçtik.
Olimpiyatlar nedeniyle bölgedeki fabrikaların kaldırılmasından sonra burası plaj, restaurant ve barlara ayrılmış. Cıvıl cıvıl bir bölge. Kordon boyunca solunuz baştan başa plaj ve güzel denizin keyfini çıkaranlarla dolu, sağınız ise sıcaktan bunalıp acıkan restaurantlara akın edenlerle. Bu iki arada kalan yürüyüş bisiklet yolundan bizde olsa eminim 2şer şeritli gidiş geliş yol yapılırdı. O kadar rahat ve ferah gezebiliyorsunuz. Buradaki mekanlar gece hayatında da oldukça renkli.
La Barceloneta plajı
Hemen Tapa Tapa adlı mekana giriyoruz daha fazla dayanamayarak. İspanya’ nın olmazsa olmazı meze kıvamındaki tapas menüsünü inceleyerek öğlen saatlerine ağır gelmeden tok tutacak seçimler yaparak ortaya da İspanya’ nın meşhur deniz ürünleri çeşnili bir tür pilavı olan paelladan sipariş veriyoruz.
Kısa molada enerji toplayıp biniyoruz yine bisikletlere. Limanın kuzeybatısına doğru ilerleyip Monument a Colom yani Kristof Colomb heykelini gördükten sonra Barcelona’ nın “bizim Taksim” diye ünlenen caddesi Las Ramblas’ a giriş yapıyoruz.
Palau Güell ve pek çok opera binasının üzerinde bulunduğu bu cadde gerek aşırı insan yoğunluğundan gerekse şehrin meşhur yankesicilerinin cirit atmasından dolayı bize çok keyif vermedi-yol boyunca ağaçlık, serin ve gölgeli olmasının dışında. Ara sokakta kalan Plaça Reial’ in de havasını soluduk. Yol üzerinde tabii ki yine Gaudi eseri Palau Güell’ i de gördükten sonra bisikletleri Las Ramblas’ daki şubesine bırakmaya karar veriyoruz ki kötü bir sürpriz! Diğer şubede bisikletleri herhangi bir ofise bırakabileceğimiz söylenmişti ama buradaki ofis böyle bir şeyi Barcelona’ daki hiçbir firmanın yapmadığını söyleyince sabahtan beri çoookk uzaklarda kalan ofise gidecek olmak o bitkinlikle bizi hüsrana uğratıyor, ta ki şubedeki görevli bir üst sokaktan girip 5 dakika dümdüz ilerlersek diğer ofise varabileceğimizi söyleyene kadar. Burada da şehrin geometrik olarak güzel planlanmış olmasının ekmeğini yedik açıkçası. Bu arada Las Ramblas üzerindeki yerel market olan La Boqueria da görülesi bir mekan, hem ayaküstü tapasçıların olduğu hem taze meyve, sebze ve hediyelik eşya bulabileceğiniz hareketli bir yer.
Bisikletleri bırakıp otelde kendimize çeki düzen verdikten sonra tekrardan yemek ve akşamki flamenko gösterimiz için Las Ramblas’ nın yolunu tuttuk. Palau de la Musica Catalana’ daki showa geçmeden önce mekana yakın olan Attic restaurant‘ ta akşam yemeğimizi aldık. Servisin ve yemeklerin iyi olduğu bu mekanı öneririm. Özellikle yaprak yaprak kesilmiş kızartılmış enginarı ben de atıştırmalıklarım arasına aldım. Bu gelişimde dikkatimi çeken bir nokta genelde çok yavaş olan İspanyol restaurantları ve garsonlarının epey hızlanmış olmasıydı. Gittiğimiz hiçbir mekanda her zaman yapılan uyarılar gibi bir saat bir buçuk saat yemek beklemek durumunda kalmadık. Belki keyif insanı İspanyolların yemek saati olan 22.00’ de değil de kendi biyolojik acıkma saatimiz olan 20.00 civarında gittiğimiz içindir.
İspanya’ nın vazgeçilmez içeceği Sangria’ yı tatmadan dönmemek lazım. Klasik tarif adını aldığı “kan” olan kırmızı şaraptan hazırlansa da beyaz şaraplı versiyonları da var. Gerçek tada ulaşılması için bir gece önceden hazırlanması gerekiyor. Kırmızı şaraba katılan yarım ölçek brandy (veya portakal likörü de olabilir) biraz limon ve portakal suyu karıştırılır. Sürahinin büyüklüğüne göre az bir miktar şeker katılıp karıştırılır. Son olarak da içine aromasını vermesini istediğiniz tüm meyvelerden katabilirsiniz. Ancak klasiği kabuklu yeşil elma, portakal, yeşil ve sarı limon dilimleridir. İspanyol içkisi demişken bir not daha düşeyim. Yine onlara özgü köpüklü şarap olan “cava” da aklınızda olması gereken İspanyol klasiklerinden.
Ve geçiyoruz enfes flamenco şovu için Palau de la Musica Catalana’ ya. 1908′ de inşa edilen bu salon Avrupa’ nın doğal ışıkla aydınlatılmış tek konser salonudur. Yine önceden biletlerini almıştık tabii ki işimizi şansa bırakmamak için. Size de tavsiyem aynı şekilde yapmanız yoksa yine kuyrukta çok vakit kaybedebiliyorsunuz üstelik de bilet bulamama ihtimali oluyor.
Buradan çıktıktan sonra yine boğaz yine boğaz! 🙂 Tatlı yemeden gece biter mi hiç? Konser salonunun çok yakınındaki (Plaça Catalunya’ ya 5 dakika yürüme mesafesinde) 5 yıldızlı Ohla Hotel‘ in Michelin yıldızı sahibi Saüc Restaurant‘ ına uğradık. Karamelize muz ve yeşil limonlu cheesecake’ i takdire şayandı gerçekten hem lezzet hem sunum açısından.
Barcelona’ daki son günümüz. Barcelona’ nın ünlü tepelerinden Montjüic’ teyiz. Burası pazartesileri kapalı olduğundan Museu Nacional d’Art de Catalunya’ yı gezemiyoruz ne yazık ki. Malum, Barcelona’ yı birbirine yakın bölgelere ayırarak gezdiğimiz bu bölüm pazartesine kaldı. Kapalı olan müzelere denk gelmiş olsak yine de optimumda değerlendirilen bir program yaptığımızı düşünüyorum, ne de olsa günlerce saatlerce çalışmanın emeği 🙂 Bu tepede yer alan Poble Espanyol’ u geziyoruz. 1929′ da İspanyol mimarisinin genel hatlarını göstermek amaçlı geçici bir açık hava sergisi olarak yapılan bu mahalle sonradan halk tarafından benimsenmiş ve yıkım kararı durdurulmuş. 1980′ lerin sonunda da yenilenmiş. Ayrıca tavsiyem Montjüic tepesinden teleferikle şehre inmeniz. Manzara ayaklarınızın altında.
Boğa güreşi daha çok Kastilya bölgesine ait bir gelenek olduğundan buradaki arena en son 1970′ lerde kullanılmış ve sonradan içi alışveriş merkezi olarak düzenlenmiş. Alışveriş demişken buradan başka en kolay her şeyi bulabileceğiniz yer Passeig de Gracia. Burada hem lüks markaları hem de Mango ve Inditex grubundaki tüm markaları bulabilirsiniz. Ayrıca caddede biri başında biri sonunda olmak üzere iki adet “El Corte Ingles” bulunuyor, departman mağazalardan hoşlanıyorsanız burada da çok fazla seçenek mevcut.
Buradan bir diğer tepede konuşlanmış olan Parc Güell’ e geçiyoruz. 1890′ larda Kont Eusebi tarafında bahçe-şehir kurmakla görevlendirilen Gaudi 60 evden oluşan projenin çok az kısmını gerçekleştirebilmiş. Bunlardan en önemlileri de zaten seramik hayvanlarla süslü olan merdivenlerle balkonuna çıkılıp Hansel ve Gretel’ deki pastadan evi andıran 2 sevimli Gaudi yapısı ve şehrin sembolü haline gelmiş olan seramik kertenkele. Bitmeyecek gibi gelen yürüyen merdivenlerle çıkılan bu dik yokuşlu tepe sonunda size Montjüic’ ten de güzel bir Bacelona manzarası sunuyor.
Ve yine açlık! 🙂 Tavsiye üzerine gidilecekler listesine aldığımız Barceloneta plajındaki Gallito adlı mekan da lezzetli yemekleriyle bizden tam puan aldı. Daha önce tatmamış olduğum sauvage pirinci de kesinlikle favorilerim arasına girdi.
Buradan artık Barcelona turlarımızı tamamlamış olarak son bir yürüyüş için Passeig de Gracia’ ya geçtik. Akşam yemeğimizi de Barcelona’ nın en ünlü tapas restaurantı olan Catalana’ da yedik. Rezervasyon almadığı gibi uzun kuyruk beklemenizi gerektiriyor. Bize başta 50-70 dakika verilen bekleme süresini biz tam pes etmek üzereyken başka pes edenlerin gitmeleriyle 30 dakikada kurtardık diyelim. Ama inanın gerçekten değiyor beklediğinize, Barcelona’ daki en en en lezzetli tapaslardı yediklerimiz.
“Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun” kısmını atlamayı sevmeyen, her güzelliği paylaşmak isteyen bir yapım olduğundan bu kadar detay verdim. Umarım gerçekleştirmenize ilham verecek bir gezi yazısı olmuştur. 😉 Mallorca yazısı da resimleri ve tüm detaylarıyla çok yakında blogda olacak…