Birkaç ay önce okuduğum ancak fırsat bulup da bir türlü yayınlayamadığım bir kitap “Öğrendim ki…” Eski takipçilerim bilir, çıkmasını özellikle beklediğim bir yazar değilse, popüler olan yayınları öyle hemen alıp okuyamam. Üzerinden biraz zaman geçmeli, medya unutmalı, bana da unutturmalı, reklamlar sona ermeli, ortalık sütliman olmalı ki bende bir merak filizlensin, “ee ne anlatıyordu bakalım” deyip sayfalarında gezineyim.
Gülben Ergen’ in kitabı da çıktığında merak ettim ama hiç öyle koştur koştur alıp okuyasım yoktu. Bumerang ekibi gönderince bilahare okunmak üzere başucumdaki kitap sırasının en altına aldım. Neden sonra bir gün bir anda elime alıverdim. Her şey zamanla ya, o anı bekliyormuş, sebebi varmış. Bir sayfa, beş sayfa derken akıp gitmeye başladı. Derin’ den fırsat bulup günlerce sürünen kitapların aksine 2 günde bitiverdi.
Sanki karşıma geçmiş Gülben Ergen bana bir bir anlatıyordu “öğrendiklerini”. O derece sohbet kıvamında bir üslupla yazılmış. Kişisel gelişim ve öğüt odaklı kitaplardan uzun zamandan beri baygınlık geçirmemin aksine bu hiç öyle bir tat bırakmadı. Çünkü “öğrendim” diyor, gayet birinci tekil şahıs, ders yok, öğüt yok, şunu yap bunu yap nidaları yok, ne yaşadı, ne anladıysa onu anlatmış. Bunları anlatmak için de seni seçmiş gibi bir hissiyat, o kadar içten yani. Bilirim, bazen insan kimseye bir şey ispatlama derdine düşmeden sadece kendi için yazar, kendi tarihine not olsun diye. Ama bir yandan da birileri okusun, yayılsın ister, bence tam da bu kıvamla kaleme alınmış ve bizlere ulaşmış. İnsanlara karşı önyargılarımı mümkün olduğunca kırmaya çalıştığım hayatımda, o önyargıları kendi kendine kırdırdı bana Gülben Ergen. Siz de öğüt almak için değil, sohbet için okuyun. Çıkın evden bir parka gidin, orada kendi dediği gibi “Gülben” ile karşılaşın ve bir sohbet başlasın.