Planını reele dökmesem de aslında 2-3 yıllık tatil planımız belli oluyor bizim. Acil gidilecekler, kısa vadede gidilecekler, orta vadede gidilecekler bir de uzun vadede gidilecekler. Adım adım sırası geldikçe hepsini gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Toskana rotası da eşimle uzun zamandır aklımızdaydı. Araya başka rotalar başka şehirler girdi, zamanı bu yazaymış. En son şehir tatili yapınca bu kez sıra yine özlenen “road trip” teydi. En az Provans ve Cote D’ Azur rotamız kadar (yazıları için üzerlerine tıklayıp ulaşabilirsiniz) güzel geçeceğini biliyorduk buranın da. Neticede söz konusu ülke İtalya, ben sevmiyorum diyeni var mıdır bilmem…
Sözü uzatmadan rotanın içeriğine geçeyim. Öncelikle bu “road trip” in asıl amacı Toskana bağları şarapları, kaleleri sanatıyla bu her açıdan zengin bölgenin tadını çıkarmaktı. Sadece bağ turu değil de zaruriyetten rotaya eklenenler de vardı. Örneğin, uçağımız Bologna’ ya ineceği için orayı da gezi rotasına ekledik ama anlatacağım üzere birkaç saat yetiyor. Floransa ise aşırı özlemden plana dahil oldu, daha milyon kez görsem bıkmayacağım. Hatta gezi yazılarımı kaçırmadan okuyanlar bilir ki en sevdiğim ve kendimi ait hissettiğim şehirler Londra (okumadıysanız ilk Londra gezim için buraya, 2. Londra gezim için buraya tık) ve Floransa‘ dır. Bu iki şehirden sonrası ise bol bol kırlar, bağlar, kaleler, güzel şaraplar içeriyor. Son bir not ekleyip tura geçiyorum. Chianti’ de kaldığımız oteli ve oradaki deneyimimizi ve artı şarap tadım detayını otel ve şarap tadım konulu Youtube videom ve Muhteşem Oteller köşesindeki yazımda paylaşacağım. Gezi vlogumu da bence önce Youtube kanalımdan izleyin sonrasında burayı okuyun ki görsel olarak hafızanıza yerleşsin, videoda vermediğim ama tatil için alınması gereken tüm notları buradan okurken daha keyif versin. Başlıyoruz!
Vize, uçak bileti gibi detaylara pek girmeyeceğim, malum Schengen, prosedürler aynı. THY’ nin Bologna tarifeli seferiyle uçtuk. Toskana bölgesine en yakın havalimanı olduğu için tercihimiz bu yönde oldu. Turun adı her ne kadar Toskana olsa da adı geçecek yer isimlerinden sadece Bologna Toskana bölgesinde değil Emilio Romagna bölgesinde yer alıyor. Sabah 8 civarındaki uçuşumuz yaklaşık 2 saat sürdü. Bologna Milano’ dan da yakın bir nokta olduğu için İtalya’ ya varış zamanınız kısalıyor. Venedik, Como gibi daha kuzey şehirlerle işiniz yoksa direk tercih sebebi bir havalimanı. Önceden kiraladığımız aracımızı Sixt ofisinden teslim alıyoruz. Minik bir havalimanı olduğu için her nokta birbirine yakın, fazla vakit harcamadan çıkabiliyorsunuz. Navigasyonu da açarak bir dekorasyon aşığı ve Maisons du Monde sever olarak rotamız üzerindeki tek şubesine uğramadan merkeze inmek istemedik. Havaalanından 8-10 dakika mesefadeydi. Buranın tüm detaylarını dekorasyon ve alışveriş yazımda paylaşacağım, şimdi direk merkeze iniyoruz.
Yine yaklaşık 10 dakikalık bir yolculukla merkeze varıyoruz. Dediğim gibi ufak bir şehir olduğu için mesafeler yormuyor. Binaların çoğunluğunun rengini terra cota tonları oluşturduğundan kızıl şehir deniyor. En can alıcı noktası Bologna Üniversitesi . Dünyanın en eski 2. üniversitesi olduğu gibi aynı zamanda mezunları arasında Dante başta olmak üzere dünyaca ünlü pek çok bilim insanı ve sanatçı bulunmaktadır. Her üniversite şehrinde olduğu gibi sokakları genç nüfus yoğunluğundan sevimli bir yer. Arabamızı merkezde bir otoparka park edip Piazza Maggiore’ ye yürüdük. Yol kenarlarındaki parklara çeşitli ülkelerdeki tecrübelerimden sonra asla park etmemenin en garanti çözüm olduğunu düşündüğümüzden özel otoparkları tercih ediyoruz. Şehrin en hareketli meydanında göze ilk olarak San Petronio bazilikası çarpıyor. Dünyanın en büyük 15. kilisesiymiş ve içinde Cassini‘ nin tasarladığı dev güneş saatiyle dikkat çekiyor. Aynı zamanda kapalı alandaki en uzun merideyen çizgisi de 66 metre ile bazilikanın içinden geçiyor. La Sagrada Familia gibi tamamlanmamış kiliselerdenmiş. İçerideki İncil betimlemeleri oldukça etkileyici bir kilise gerçekten, içini gezmeyi ihmal etmeyin.
Meydana döndüğünüzde şehir meclisi Palazzo Comunale diğer adıyla Palazzo d’ Accursio‘ yu, en yüksek rütbeli memurlar olan podestaların makamı olan Palazzo del Podesta ve Palazzo Re Enzo‘ yu görebilirsiniz. Bir de Bologna, portico denen birbirinden harika revaklarıyla ünlü. Hepsi birer sanat eseri adeta. Her şehrin DNA’ sını oluşturan bazı noktaları vardır. O noktalar sizin de o gezinizle ilgili en net hatıraları oluşturur. Bu revaklar da kızıl şehir Bologna’ nın DNA’ sını oluşturan en önemli noktalardan bence. Yağmurlu bir günde hiç ıslanmadan bu revaklar sayesinde kilometrelerce yürüyebiliyormuşsunuz 🙂 tam benlik bir nokta!
Esasen Bologna’ nın sembolü olmuş sayısız kuleden geriye kalanlardan en önemlilerinden olan Asinelli Kuleleri’ ni de görmeden geçmiyoruz. Aslında kulenin tepesine çıkınca enfes bir manzara varmış ama 37 derece sıcakta kendimize bu eziyeti yapmak istemedik 🙂 Açlık da tırmandığından çok tavsiye edilen osterialardan birini bulduk ama gözümüz hiç tutmayınca dilim pizzaları ve hamur işi ürünleriyle öne çıkan Pappare‘ de İtalyan mutfağına hızlı bir giriş yaptık 🙂
Sokaklarını keşfederek, revaklar altında bunaltıcı sıcaktan korunarak gezmenin keyfine vararak Bologna’ yı tamamladık. Dediğim gibi mutlaka her şehrin gecesi bir başkadır ancak bizim Bologna’ mız burada tamamlandı. Söylenenler gibi tek günün yettiği bir şehirdi bizim için de. Ve sıra en büyük aşklarımdan Floransa ile hasret gidermeye geldi.
Bologna – Floransa arası herhangi bir trafik yoksa 1 saat 20 dakika civarı sürüyor. Gezimizin ilk ve tek otoban yolculuğu olduğunu belirtmem lazım. Dağları upuzunnn, hayatımda gördüğüm en uzunn tüneller aracılığıyla aşıp Floransa’ ya gün batmadan varıyoruz. Otelimiz merkeze çok çok yakın Santa Maria Novella tren istasyonunun yakınlarında. Otelin anlaşmalı otoparkının telefonunu daha rezervasyonumuzu yapar yapmaz almış ve evet otopark için de yerimizi ayırtmıştık. Yalnız anlaşmalı otopark bir 5 km kadar uzak olduğundan (ki ışıklarla filan 10dakikalık araba yolculuğu demek oluyor) arabayı bırakıp taksiyle dönüyoruz. Aslında otele gelip aracınızı alıp parka getiriyorlar ama biz garantici bir çift olarak “olmaz olmaz olacağı tutar kaza filan yapar emanet arabayla, gereksiz tantanalarla uğraşmayalım” mantığında ilerleyince 🙂 o işi kendimiz halledip kurt gibi acıkmış olarak Za Za Restaurant’ a acil geçiş yaptık. Rezervasyon kabul etmiyorlar bunu bilin, gidip kapıda beklemek zorundasınız ki bu bazen 20-25 dakikayı bulabiliyor ama sonunda kesinlikle değiyor. Dışarısı bembeyaz masa örtüleri, minik abajurlarıyla tam bir fine dining restaurant izlenimi verirken içerisi tam tersi çok otantik bir dekorasyona ve ambiyansa sahip. Ama benim (sonra anlatacağım Michelin yıldızlı bir restaurant da dahil) bu gezide yediğim en iyi yemek buradaydı. Ne yedin derseniz biberiyeli patatesle roka salatalı, trüf mantarlı biftek! Trüf mantarıyla pek iyi değildi aram, bu tatil müptelası oldum çünkü burada bolca ve envai çeşitte, her türlü menüde. Bu yemeği Za Za’ da yiyin, muazzam diyorum. Şarap olarak da Za Za’ nın kendi markalı şarabını şiddetle tavsiye ediyorum, kırmızını epey beğendik.
Karınlar doymuş, mutlu mutlu en sevdiğim Floransa lokasyonlarına yol alıyoruz. Ve bir kez daha, 3. kez, sokağı döner dönmez aydınlatılmış o tüm haşmetiyle Duomo yani Santa Maria del Fiore katedrali beni büyülüyor. Ne müthiş bir şehirsin sen Floransa, ne tatlısın, ne özelsin, ne kıymetlisin, ne sanatsın, ne Rönesans’sın! Tüm bunlar geçiyor yine kalbimden. Sonra sıra en sevdiğim meydanlardan Piazza de la Republica’ ya doğru kıvrılıyoruz. Özlediğim her santimiyle hasret gideriyoruz. Köşeden Savoy Hotel‘ in zarafeti, Cafe Gilli‘ nin davetkarlığı, yine yıllardır yerini koruyan Rus restaurantı Paszkowski ki annem somonunu pek sever, pizzalarını pek sevdiğim, logosunun logom olduğu Fiorino D’oro ve daha neler..
Republica’ dan istikamet bir diğer tatlı ve önemli meydan Piazza Signoria. Meydanda, hikayesiyle birlikte beni etkileyen en önemli heykellerden biri.. Hele ki gece ışıklandırıldığında çok daha güzel. Neptün Çeşmesi ise tüm davetkarlığıyla orada. Yalnız buradaki çookk ünlü Davut heykeli replika, orijinali ise Accademia Gallery‘ de görülebilir. Biletleri Uffizi Gallery‘ den ayrı satılıyor aklınızda olsun.
Yurtdışı tatillerinde bir önceki gün kilometrelerce yürüdükten sonra ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yine kilometrelerce yürüme haline, azmine, motivasyonuna bayılıyorum. Yine o zindelikle kalkıp kahvaltı için yer arayışına girişiyoruz çünkü rotamız Floransa’ yı bize özetleyecek bir yürüyüş parkuruna başlamış olmamız. Dost Yayınları‘ nın rehber kitapları kültür turlarında benim vazgeçilmezim. Evet tüm araştırmalarımı internet üzerinden yapıyorum ama oraya gidince okunacak, bilgi alınacak tüm tarihi noktalar için rehberimiz hep bu kitaplar. San Marco meydanındaki Cafe San Marco’ da kruvasan kahve klasiğiyle başlıyoruz. Yine daha küçük ve tatlı meydanlar sokaklar geçerek sonunda dün akşam gezdiklerimizi bir de gün yüzüyle geziyoruz. Tabii sıcaklık inanılmaz bir boyutta.
O sıcakta en iyi çözüm dondurma! Pek çok kişinin de tavsiye ettiği Gelateria dei Neri’ ye uğramadan dönmeyin, dondurmaları gerçekten efsane. Hele benim gibi iflah olmaz bir karamel sevdalısıysanız fudge yapılı karamelini deneyin asla pişman olmazsınız, bir kötü yanı hayatınız boyunca bunu arayacaksınız, ben de tam böyle oldu.
Arno nehri kıyısındaki revaklardan yürüyerek Floransa’ nın bir diğer simgesi olan Ponte Vecchio‘ ya varıyoruz. Benim bu şehirle ilgili kelimelerim kifayetsiz, sanat söz konusu oldu mu, mayışmış bir hayranlıkla geziyorum ve anlatıyorum mazur görün 😉 Her şehrin sokaklarında kaybolun ama Floransa’ da daha çok kaybolun. Her nokta ayrı bir başyapıt çünkü.
Böyle güzellikleri görmek için ise gözünüz devamlı binaların her köşesini tarasın!
Bu arada orada dondurma, burada çikolata, yandın piştin bir daha dondurma derken öğle yemeğini fena tıkadık. Bir de sabahtan beri gezdiğimiz için 1 saatlik bir dinlenme ve üst baş değişimi için otele dönüyoruz çünkü akşamüstü günü batırmak için Ponte Vecchio’ dan Hotel Continentale’ nin tepesinde nefisler ötesi bir manzaraya sahip La Terrazza barında akşamüstü içkimizi yudumlamak için program yaptık. Ona hemen geleceğim ama yürürken denk geldiğimiz bir trüf mantarı ürünleri satan mağazadan bahsetmek istiyorum. Biz sonra alırız nasılsa otele yakınız, elimizde taşımayalım deyip sonra unuttuk ama ondan sonra tattığımız hiçbir trüf sosu onunkiler kadar beğenmedik. Açıkçası trüfle ilgili fazla pişirme bilgim olmadığından makarnaya karıştırmalık veya kıtırları banıp yemelik bir sos olarak almak istedik. Tattığımızda fesleğenli olan inanılmaz lezzetliydi. Trüfün ağırlığını fesleğenle çok iyi dengelemişlerdi. Daha sonra tattığım markalarda ağzımda hoşuma gitmeyen tatlar kaldı ya da parmesanlı farklı karışımları fazla ağır geldi o yüzden işte bu deyip de alamadım hiçbirini. Siz siz olun Tartufi Jimmy‘ i Floransa’ da es geçmeyin. Santa Maria Novela kilisesine yakın bir konumda.
Bu akşam yemeği için Trattorio 13 Gobbi ile La Cuccina del Ghianda arasında kaldık ve Ayhan Sicimoğlu tavsiyesi olan Ghianda’da karar kıldık. Youtube videomda da zaten daha detaylı anlattım ( buraya tıklayıp ) izleyebilirsiniz. Daha çok yerellerin geldiği bir yer olduğu için meydanlardan 800 mt civarinda uzaklıkta ama sokaklarda kaybolurken çok da dert değil bu mesafe, hele ki bir günde katettiğimiz yollar düşünülürse 😉 Lezzetli akşam yemeğimizden sonra yine bolca gezindikten sonra La Menagere isimli çok hoş bir cafeye kahve molası için uğradık. Önceki akşam gezinirken gözümüze kestirmiştik. Klimanın kendine hayrı olmadığı bir ortamda kocaman latte içmem hiç iyi olmadı ama tatlılarını deneyebilirsiniz. Aşağıda da göreceğiniz gibi sevimli bir mekan. Bizde de trend olmaya başlayan çiçek cafe ( süs olarak değil satış alanı açısından) ve dekoratif ürün satışı konseptinde.