The Lion King müzikali bu kış sezonunun benim açımdan en unutulmazlarından biri oldu Kültür sanat başlığı hakkında. Instagram hesabımı takip edenler veya geçtiğimiz günlerde yayınladığım son Londra gezinizin yazısını okuyanlar bilecektir ki ünlü Disney prodüksiyonu aslan kral müzikalini izlemiştik. Gelin detaylıca anlatayım.
Londra gibi sahne sanatlarının dünya çapında önemli kriter kabul edildiği bir şehirde kötü bir prodüksiyon izlemek zaten neredeyse imkansız. Aslan Kral da zaten sahnelenmeye başlandığı 1999 yılı itibari ile devamlı kapalı gişe oynayan temsillerden bir tanesi. Tarihi 1760’ lı yıllara dayanan Lyceum Theatre bu müzikale yıllardır evsahipliği yapmaktadır.
Hikayeyi bilmeyeniniz veya bu unutulmaz filmi izlemeyeniniz var mıdır bilmiyorum ama öncelikle onu izlemenizi tavsiye ederim. Kalplere dokunduğu kadar verdiği hayata dair mesajlarla da çok zamansız ve her yaşa hitap eden bir yapım.
Londra West End’ deki müzikal versiyonun neresinden başlasam anlatmaya bilemiyorum. Perde açıldığı anda o aşina vokalin girişi ve çocukluğumuza götüren, tüyleri diken diken eden o müziğin başlaması ilk vurucu etki diyebilirim. Burads bir bilet tüyosu vereyim, koltuğunuzu balkonlar yerine alt bölümün koridor yanlarından alırsanız oyun başında tüm karakterlerin arka kapıdan giriş yapıp sahneye dizildiği ana yakından tanıklık etmiş olursunuz. Müzikten başlamışken bir detay daha vereyim oyuncuların geniş çoğunluğu siyahi veya melez olduğu için o ünlü parçalara ne kadar başarılı seslerin eşlik ettiğini varın siz düşünün. Görsellik her noktada sizi etkisi altına alırken kulaklarınız da bir yandan şahane bir konser dinliyor.
Bu oyuna bir nevi devasa kukla tiyatrosu diyesim var ama değerini düşürmüş mü olurum emin olamıyorum. (Ki kukla tiyatrosu asla değersiz bir tür değil o ayrı) Böyle düşünmemin sebebi bazı iri hayvanları canlandırabilmek için oyuncunun Kostümden daha çok kukla vazifesi gören aparatlarla sahnede her anlamda devleşmesi. İrisinden ufağına kostümlerle öylesine bütünleşiyor ki oyuncular maskelerle yüzlerini kapamamalarına rağmen – ki bu da duyguların yansıtılabilmesi açısından çok önemli – canlandırdıkları hayvan dışında bir şey göremiyorsunuz. Müthiş bir özümsenme var oyunculuklarda, rollerde.
Dekora gelirsek soyut sahne sevmediğimi yazılarımdan bilirsiniz. Müzikale gitmeden izlediğim fragmanda pek tatmin etmeyecek gibi bir önyargıya kapılmıştım. Ahh ben! (fragmanı da şu linke ekleyeyim, mutlaka bir izleyin) Öyle geçişler, öyle ışık kullanımı ve dekor hareketleri var ki oyun boyunca gerçekten ortaya konulan özene ağzınız açık kalıyor. Meşhur bir göç sahnesi vardır, öyle bir kurguyla sahneye aktarılmış ki o anı yaşıyorsunuz. Bir de Mufasa‘ nın uçurumdan düştüğü sahne muazzam!
Tüm bu detaylar alt alta toplandığında ise seyrine doyum olmayan, son yılların en tatlı anılarından biri olarak kişisel tarihimizde yerini alıyor. Evet eylül ayında izlediğimiz bir diğer klasik Phantom of the Opera da çok büyüleyiciydi ki ona da kızımızın ısrarı üzerine gitmiştik. Ancak çocukla tatile gidiyorsanız ve Derin gibi özel bir talepte bulunan çocuğunuz yoksa bu müzikale bilet alın ve izleyebilecekleri en iyi showlardan birini onlara hediye edin. (Elbette çocuksuz yetişkinlere de şiddetle öneririm, bazen kendi içimizdeki çocuğu da pohpohlamak gerek) 😉