Biri deseydi ki Kopenhag‘ a bayılacaksın, Danimarka‘ yı çok seveceksin diye “abartıyorsun herhalde, ne olabilir ki o kadar” derdim sanırım. Gidene kadar 🙂 Baştan anlatayım. Uzun Schengen vizesi olunca acaba nereye gitsek diye düşündük durduk. Malta & Sicilya mı yapsak (7gün biraz uzundu bizim programımız için, o rota 7den az güne çıkmaz zira), hiç gitmediğimiz bir ülke mi olsa, yoksa Berlin’ e mi gitsek, Portekiz de çok istiyorum ama oranın hakkı yazın gitmek derken Kopenhag düştü aklımıza.
Nisan ayında gideceğimiz için mis gibi bir bahar havası olmayacaktı tabii, bu ayda bu mevsimde üşümeyi göze alarak (birkaç ay önce Colmar’ da, İsviçre’ de az üşümemiş gibi 🙂 ) günlerin uzamasından aldığımız güçle biletimizi aldık. Kendi adıma ilk kez Pegasus tercih ettik çünkü o dönemde THY ile arasında 14000 TL gibi bir fark vardı. Nisan ayında gidecek olmamız tam da Paskalya bayramı öncesine geleceği için Noel’ den sonra bu kez de her yeri Paskalya süslemeleriyle görecektik ki bu dönem de çok keyifli oluyor. En son Londra‘ da yine Paskalya öncesine denk gelmiştik. (okumak isteyenler buraya)
Başından belirtmeliyim ki bu yazımın bir de Youtube kanalımda videosu mevcut (linki burada) ama orayı biliyorsunuz, daha tadımlık ve izleyiciyi sıkmaması adına biraz daha kısa. Elbette videonun keyfi apayrı, onu da izlemelisiniz ama özellikle orası için rota oluşturuyorsanız bu yazıyı bitirmeden geçmeyin. Şimdiden keyifli okumalar ve seyirler.
THY‘ den sonra gayet konforsuz bulduğum Pegasus uçuşumuzla Kopenhag’ a indik. Sabah erken saat uçuşu olduğu için saat farkıyla da günden pek bir kaybımız olmadı. 3 gece 4 gün olarak planladığımız seyahatimizi Kopenhag ve Malmö olarak iki şehir, iki ülkeye böldük. Beni tanımasanız bile yazılarımdan takip edenler biliyor ki bir seyahatte tek ülkeyle asla yetinmem 🙂 yakında yörede ne varsa hemen oraya da bir plan ayarlanır. Malmö’ yü ilerleyen satırlarda detaylandıracağım şimdilik günümüze devam edelim.
Uçaktan indikten sonra hemen alt terminalden metroya geçiyorsunuz. Ulaşım genel olarak çok rahat. Hemen merkez istasyon olan Copenhagen Central Station‘ a etrafta bulacağınız kiosklardan bilet alıyorsunuz. Buradaki metrolar Avrupa’ da gördüğüm en temiz ve düzgünleriydi. Hele ki sessiz bölge diye geçen alana çocuk alınmaması ve gerçekten minimum alan gürültüsüyle seyahat etmek isteyenler için çok düşünceli bir hareket. Genel olarak da Danimarkalılar bizim görüp tecrübe ettiğimiz kadarıyla birbirine son derece saygılı ve güleryüzlü insanlar. Kuzeyli ülkeler söz konusu olunca daha soğuk insanlar olmasını bekliyoruz genel kanı olarak ama Danimarka bizi epey şaşırttı. Güzelliklerinden bahsetmekten güne geçemiyorum farkındaysanız 🙂
Merkeze yaklaşık 8 dakikalık gayet konforlu bir yolculukla vardık. Otel araştırırken epey kararsız kalmıştık ancak sonra şansa Kopenhag yer taglerini incelerken Instagram’ da çok tatlı bir tanesine denk gelince direkt oraya rezervasyon yaptırdık. Çünkü hem konfor, hem fiyat hem merkezi olması açısından her kritere uyuyordu. İstasyondan da inince 7-8 dakikalık yürüyüşle Coco Hotel‘ e vardık. Vesterbro bölgesinde yer alıyor. Şehrin ünlü caddesi Stroget‘ e (Stroyet diye okunuyor) yaklaşık 15 dakika yürüme mesafesinde, hızlı yürürüm diyen 10 dakikada da yürür 😉 ama orası hem hızlı moda markalarının hem de lüks markaların bulunduğu merkez olduğu için geceleri sanki biraz daha ruhsuzlaşıyor. Vesterbro ise şehrin gözdelerinden. Son yıllarda ise açılan tematik restaurantlar, cafeler ve butikleriyle ayrı bir cazibe merkezine dönüşmüş. Ayrıca bir başka benzer merkez olan Frederiksberg de birkaç üst paralel caddesinde kalıyor ki oraya da hayran olduk.
Otelimize yerleştikten sonra hemen kendimizi sokaklara attık. Güneşli, mis gibi bir hava vardı. Elbette kışlık bir mont ve altı biraz kalınca tabanlı bir botla çıkıldı. Ama düşündüğüm gibi eldiven ve atkıya gerek kalmayınca onları odada bıraktık. Tekrar istasyon tarafına doğru yürümeye başladık, sağımızda onu geçtikten hemen sonra yine sağ tarafta şehrin meşhuru Tivoli Gardens kalıyor. Burası içinde yeme içme alanlarının, eğlence parkurlarının da yer aldığı bir park. Giriş ücreti 155 Danimarka Kronu ancak bu baz fiyat. İçeride eğlence parkurları için ride pass almanız gerekir, o da 169 DKK (kısaltması bu şekilde, şimdiden alışın 🙂
Bu arada paradan bahsetmişken hemen bir noktayı açayım, nisan ayında biz gittiğimizde kur 2,95 TL idi. Şimdi kontrol ettim 4 TL. Aman Dolar veya Euro’ ya göre kur çok düşükmüş canım diye düşünmeyin. Bir sürü tatil blogu gibi Danimarka şöyle pahalı böyle pahalı diye dert yanmayacağım, en son söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim. Orada geçireceğiniz zamanın ve harcayacaklarınızın her kuruşuna değer, sadece diğer kurlarla kıyaslamayın. Birim fiyatlandırmaları daha yüksek. Bir de yanımızda Euro götürdük bozdurmak üzere. Ama bizdeki gibi adım başı döviz bürosu olmayınca resmen ülkenin parasını göremeden döndük. Tüm harcamaları kredi kartıyla yaptık. Elbette kart kullanmıyorsanız bulana kadar arayacaksınız ama bizim otele yakın noktada olmasına rağmen sabah bizim otelden çıkış veya otele dönüş saatlerimizde hiç açık yakalayamadığımız için de karta güvendik.
Tivoli’ ye dönersek, önü hep kalabalık. İçeri girsek mi girmesek mi pek karar veremediğimiz bir nokta oldu. Eşimin de lunapark tipi oyuncaklarda vertigosu coştuğu için bize çok hitap eden bir yer olmadı, yine de zevkli peyzaj düzenlemesi ve göleti için gidilebilir. Çocukla gidiyorsanız rotaya eklenmeli tabii. Bir de Tivoli’ nin girişinde bir Lego mağazası var. Stroget’ tekinden hem daha büyük hem de daha fazla çeşit var. Lego’ nun anavatanına geldiğimize göre notlar alınsın. Bir de bizde olmayan Lego Passport‘ lardan burada var, isteyip damgalatabilirsiniz hatıra olarak. İki aile için bolca Lego alışverişi yapınca tax free hakkımız da oldu, onu unutmayın. Ayrıca Paskalya dönemi olduğu için mağaza içinde oyun ve hediye kurguları da oluyor. Çocuklu gidecekler olduğunu bildiğim için böyle dönemlerde mutlaka dikkat edin. Bize bolca sticker setleri de verdiler, dönüşte çocuklar bayram etti. Kişiselleştirilen hatıra Lego’ lardan da kendinize yaptırmayı unutmayın.
Tivoli’ nin eğlenceli girişini geçip ilerliyoruz. Vardığımız ilk meydan Radhuspladsen yani belediye binası meydanı.
Dikdörtgen ve çok geniş bir meydan, zaten Stroget caddesi de bu meydana çıkan sokaklardan birinden başlıyor. Önce turistik mağazalar, hediyelik dükkanları, oyuncakçılar, hızlı moda markaları ve Stork Çeşmesi‘ ne doğru ise dünyaca ünlü lüks markaların butiklerini görüyorsunuz. Stork Çeşmesi (son çeşme bükücü eşim sebebiyle 🙂 ) tadilattaydı ve bu kadarla da kalmadı, bekleyin 🙂 Tüm bu kesişen caddelerde tasarım dünyasında önemli yere sahip Danimarka’ nın ünlü tasarımcılarının marka ve butikleri yer alıyor.
bu meydanda küçük ama sevimli ve yine birbirinden güzel butiklere açılıyor. Bu çeşmenin hemen çaprazında dünyaca ünlü porselenleriyle kalbimizi fetheden Royal Copenhagen‘ ın flagship mağazası var. Bunun yazısını dayanamayıp döner dönmez yazmıştım hatırlarsınız, linki de burada.
Bu meydandan sağa doğru devam edince genişleyen meydan sizi caddeye ve az ilerisindeki Christiansborg Sarayı‘ na atıyor. Kraliyet ailesinin erkek hanedan üyeleri için çoğunlukla seçtiği isimler Christian ya da Frederick olunca adım başı bu isme rastlıyorsunuz. Görkemli sarayın önünden ilerleyerek bu tatlı şehrin esas simgesi olan Nyhavn’ a yürümeye başladık. Günler uzamaya başlamış olduğu için havanın daha nisandan itibaren bile 9dan önce kararmaması bizim bonusumuz oldu ve pamuk gibi bir havada yürüdük. (2-3 saate pişmanlık geliyor) Yol üzerindeyken ne görelim, ertesi gün gezmeyi planladığımız Our Church of Savior kilisesinin o devasa kulesini gördük. E madem bu kadar yakınından geçiyoruz bugün gezelim diyerek hemen rotayı çevirdik. Ama yürü yürü bitmez, kulesi görünüyor dediğiniz yerlere dikkat edin özellikle de düz, tepeleri olmayan şehirlerde. Mesafe yakın gibi görünüyor ama bir dünya yol yürüyorsunuz.
Ha geldik dediğimizden sonra yaklaşık 20-25 dakika yürüdük 🙂 zaten yorulmuş olarak vardık kiliseye bu bir sinyal olmalıydı ama durur muyuz? Yüksek ısrarlarımla burgu şeklindeki kuleye tırmanmaya karar verdik. Kişi başı 69 DKK. Gişeyi geçip direkt tırmanışa başlıyorsunuz. Başlarda gayet iyi pıt pıt çıkıyorsunuz ama kule daralıyor ve basamakların arası da yükseliyor, dikleşiyor. Yanınızda tırmanırken mutlaka su olsun gerçekten inanılmaz yoruyor. Ne de olsa 90 metre yani 400 basamak tırmanıyorsunuz. Bir ara cidden panik atak geçiriyorum sandım. Ama üstüne gitme huyum sayesinde çatıya çıkabildik. Gerçekten değiyor. Enfes bir Kopenhag manzarası karşılıyor sizi köşe bucak. Yanınızda drone olsa elbette ayrıca şahane olur böyle bir manzarada siz tırmanırken o da sizi çepeçevre çekse. İndikten sonra bahçesindeki bankta soluklandık, çıkışta verdikleri başardın! yazılı suyumuzu yudumlarken 🙂
Bu arada Stroget’ e çıkan sokaklardan birinde Rundetaarn isimli kule var. Astronomik gözlem kulesi olarak inşa edilmiş 17. yüzyılda ancak biz içine girmedik, bu tatil için kule tırmanma limitimiz dolmuştu zira. Hemen aynı sokakta bulunan Arnoldbusck isimli kitabevinde hem çok çeşitli kitap ve kırtasiye hem de hediyelik eşya bulunuyor. Gezmenizi tavsiye ederim.
Buradan sonra Nyhavn‘ a doğru yürümeye devam ettik. Bu şehirle ilgili dikkatimizi çeken şey ne kadar sakin ve huzurlu olmasıydı. Yürürken sizi rahatsız eden hiçbir şey yok. Ne rahatsız eden biri, rahatsız edici davranış, çağdışı hareket, çevreye hoyrat davranan olmaması. Trafik yok, olandan da gürültü çıkmıyor çünkü otobüsler bile elektrikli araçlara dönmüş. Huzuru hem hissediyorsunuz hem de böyle de bir hayat mümkün diyorsunuz. Dünya mutluluk endeksinde genelde ikinci sırayı kimselere kaptırmayan bu ülkede insanlar dertsiz değil elbette. Ama şehirde adım adım bir şeyleri gördükçe, bazı noktaları ne kadar aştıklarını gördükçe o gelinmiş olan “muasır medeniyet” seviyesini hissedebiliyorsunuz.
Nyhavn’ a kilise tarafından yürüyünce kanal geçmek gerekiyor. 2016 yılında açılmış olan Inderhavnsbroen isimli bu modern köprü yaya ve bisiklet yolu olarak kullanılıyor. Yakınlarında cafeler açılmış ve buradaki nüfus genç, ortam hareketli. Zaten köprüyü geçtiğiniz an Nyhavn’ dasınız, şehrin bir başka cazibe noktası. Yüzyıllar boyunca kargo ve balıkçı teknelerine alan açan bu kanal Kopenhag’ ın sembolü. K dediğiniz an bu rengarenk boyalı evler gelir karşısınıza Kopenhag ile ilgili. Karşılıklı olarak caddeyi yürüdük. Her yer sıra sıra restaurant ve cafe dolu. Akşam yemeği için bunlardan birini seçiyoruz. Şansımıza beğenip oturduğumuz Ved Kajen ise Küçük Deniz Kızı (şehrin de simgesi aynı zamanda) başta olmak üzere pek çok masalın yazarı Hans Christian Andersen’ in oturduğu evin tam karşısında. Bu şehirde boollca deniz ürünü tüketmeye hazır olun ve emin olun ki hepsi aşırı lezzetli. Deniz ülkesi olmanın nimetlerini doğru biçimde kullanmak diyelim. Fish and chips tabağı, haşlanmış midye ve ıstakoz tercih ettik, hepsi de çok lezzetliydi, özellikle sosları. Güneş batarken hava iyice serinlemeye başladı, Nyhavn’ dan otelimiz ortalama 20 dakika yürüme mesafesinde olduğu için kendimizi otele atana kadar cidden donduk, atkımı şapkamı eldivenimi odada bıraktığıma pişman olduğum anlardı. Siz ona göre hazırlık yaparsınız.
İkinci günümüze başlayalım. Yurtdışındayken en tazelenmiş hissettiren duygu şudur benim için. Kalkmış giyinmiş hazırlanmışsın, makyajın tamam, camdan bakıyorsun berrak bir hava pırıl pırıl bir güneş. Sokağa karışıyorsun; mevsimine göre ılık bir sabah ya da buradaki gibi soğuk, rahatsız etmeyen ama taze bir hava çarpıyor yüzüne. Orada bilmediğin bir hayat akıyor, insanlar işine gidiyor, günlük rutinine karışıyor ama senin dopdolu geçecek gezinin o günü henüz başlıyor. Bu tatlı duygu yıllardır gezilerimde iliklerime kadar hissettirendir. Niye yazdım bunu çünkü yine böyle pırıl pırıl bir sabahtı. Yakınlarda kahvaltı edecek bir mekan bulup sıcak kahvemizle yudumlamaya girdik. Özellikle kuzey ülkelerinde kahvaltı benim için kruvasan değil, kakuleli cardamom çöreğidir. Bir tık ağır bir lezzet ama favorim.
Kahvaltı sonrası biraz daha dışardan bir rota izleyerek Rosenborg (Slot) Sarayı‘ na doğru yürüdük. Çok geniş bir bahçenin içinde yer alıyor. Bizim gezimiz 4 güne odaklı olduğu için – ki bir günü de İsveç’ te geçecek – sarayların içini gezmeye vaktimiz kalmayacaktı. Çünkü 4-5 saray var bir tanesini bile kapsamlı gezsek, şehirde göreceklerimiz azalacaktı.
Biz de Danimarka tarihini saray haricinde daha kapsamlı anlayabilmek için tercihimizi Ulusal Müze‘ den yana kullandık. Birazdan geleceğiz ona. Sarayın etrafında turlayıp şehrin yine biraz daha dışına doğru yer alan Churchill Park’ a yollandık. Buranın bir ucunda Gefion çeşmesi var. Ama yine ve yine bu da tadilattaydı, kuru halini görebildik. Biraz daha ilerleyip Küçük Deniz Kızı heykeline vardık. Şehrin simgesi olmuş bu heykel öyle kocaman, gösterişli bir heykel değil ama hem simge olmuş olması hem de bu masalın benim en sevdiğim masal olması sebebiyle görmemiz şarttı 🙂 Hüzünlü duruşu masalı tam anlamıyla yansıtıyor.
Gezdiğimiz yerlerin tarihçelerine özellikle girmiyorum, o bilgiler her yerde nasılsa. Heykelden dönüşte çeşmenin hemen yanında yer alan Sankt Alban Kirke dikkatimizi çekti. Hiç notlarda ve planda olan bir nokta değildi ama dış cephesi ilginç geldi. Küçük de bir kilise olunca görmek istedik. Yapımında İngilizlerin ve bağışçıların rol oynadığı bir Anglikan kilisesiymiş.
Bu arada vakitten kazanmak için erkenden yollara çıktık. Mağazalar ve müzeler açılana kadar en azından dışarıda gezip görebileceğimiz yerleri bitirmek istedik. Tabii bunun bir dezavantajı hava güneşli de olsa sabah ayazında yürümekti. Şapka belki ama eldivensiz veya kulaklıksız çıkarsanız gerçekten çok üşürsünüz.
Dönüş yolun da yürürüken Design Museum Danmark‘ ın önünden geçtik. Aslında vaktimiz olsa tasarımla bu kadar dünyada isim yapmış, sayısız tasarımcı çıkarmış bir ülkenin tasarım müzesini gezmek isterdim. Vaktiniz daha genişse bence görülmesi gerekenlerden. Vakit ayıramadıklarımıza bir parantez açmış olayım burada. Bizim vakit ayıramadıklarımızdan bir tanesi de merkez istasyondan binilen trenle yarım saatlik mesafedeki Louisiana Museum of Modern Art. Picasso, Andy Warhol, Kandinsky başta olmak üzere pek çok sanatçının eserini barındıran bir modern sanat müzesi. Şayet bir günümüz daha olsa veya bir günümüzü İsveç‘ e ayırmasak bu iki müzeyi gezebilirdik. Planlamanızı belki siz de ona göre yaparsınız.
Yine merkeze dönüş rotamızda Amelienborg Sarayı‘ nın içinden geçtik. Ana avludan yol geçtiği için sarayın içinden geçiyor gibisiniz ya da kendi meydanı olan bir alan gibi de tasvir edilebilir. Bu saray kraliyet ailesinin kış aylarında yaşadığı saraymış. Askerlerin nöbet değişimini yakalar mıyız dedik, hatta vakit geçirmek için sarayın dışarıdan girilebilen müze mağazasını da gezdik. Ama hala 50 dakika olduğu için neredeyse 1 saatimizi burada öldürmek istemedik. Gezerken denk geldik ki Michelin yıldızlı birkaç restaurant da bu bölgedeymiş. (bir tanesi Pescatarian)
Rotamızın üzerinde Nyhavn’ ı geçerek Christiania‘ ya devam ettik. Normalde bu tip noktaları çok gezime dahil etmem. Örneğin, tam muadili olmasa da Londra’ da hiç merak etmeyip, gezmeye vakit ayırmadığım bir yer Camden Town’ dur. Ama Christiania başka ülkede tam olarak benzeri olmayan bir yapıya sahip çünkü özerk bir bölge. Bu sebeple girip gezmek istedik. 70’lerdeki hippi dönemiyle günümüze gelen bu mahallenin tarihi ve verdiği direniş çok ilginç. Esrar üretimi, kullanımı ve satışının yasal olduğu, içeride araba kullanılmayan, fotoğraf çekmenin, silah taşımanın, koşmanın, havai fişek kullanımının yasak olduğu çok ilginç bir bölge. Zaten gezerken etraftaki koku o kadar kendini belli ediyor ki gezmeden anlamak zor. Bu enteresan bölgeyi sevgili Oitheblog kızları upuzun ve detaylıca anlatmışlar. Ben gitmeden epey bilgi sahibi olmuştum. Bu linkten ulaşıp okuyabilirsiniz.
Christiania’ dan sonra hedefimiz Ulusal Müze. Öncesinde acıktığımız için ve müzeye vaktimiz daraldığından şehirde sıklıkla göreceğiniz Lagkagehuset‘ te birer sandviç yedik. Deniz mahsüllü yediğimi söylememe gerek var mı bilmem 🙂 soslarda da gerçekten çok iyi Danimarkalılar. Rota bizi yine Christiansborg Sarayı’ nın bu kez bahçesinden geçirdi.
Nationalmuseet oldukça büyük bir müze. En az iki saatinizi ayırmanız gerekir. Ama ayırdığınıza değiyor. Kapsamı, tarihi, koleksiyonu derken ruhunuz doymuş bir şekilde ayrılıyorsunuz. Müze mağazası da oldukça geniş ve kapsamlı. Ama ben yine İngilizce çocuk kitabı bulmakta zorlandım. Müzenin giriş ücreti kişi başı 120 DKK. Girişte lobi alanında gişe var ama kimse bizi ne bilet almaya yönlendirdi ne de sonrasında kontrol etti. Sonsuz bir güven var 🙂 bizde olsa sonuna kadar suistimal ederler. Bir de müzenin bir minyatür koleksiyonu var ki eridim bittim. Youtube videomda detaylı göreceksiniz.
Müzeden sonra yol merkeze doğru tekrar yönlendirdi. Sabahtan beri günlük güneşlik olan hava bulutlanmıştı. Hafif çiselemeye başlayınca kendimizi Illums Bolighus‘ a atıverdik. Londra Selfridges ayarında bir departman mağaza. Epey ünlü tasarımcıların da ürünleri mevcut. Giyimden dekorasyona pek çok konu başlığında alışveriş yapabilirsiniz. Biz dekorasyon alanını bolca gezdik söylememe gerek var mı bilmem 🙂 Çıkışta da Kopenhag için çookk tavsiye edilen Coffee Collective’ de bir kahve molası verdik. Evet lezzetliydi ama içmesem hayatımda bir şey eksik kalırdı kategorisi de değildi şahsi fikrim. Kahveyi içtik, güzel, hepsi bu.
Akşam yemeğine hazırlanmak için otelimize döndük. Zaten bu gece rezervasyonumuz bizim tarafta bir oteleydi. İşinizi çok kolaylaştıracak bir tavsiye noktasındayım şu an. Bizim otelimiz bir restaurant grubunu da bünyesinde barındıran Cofoco diye bir oluşumun bünyesindeydi. O yüzden otelimize yerleştiğimiz an bu grubu ve bünyesindekileri tanıtan bir broşür verildi. Yunan’ dan İtalyan’ a, Dan mutfağından deniz ürünleri ve kahvaltıya kadar pek çok kategoriyi barındırıyor. Biz tercihimizi o gece Spuntino‘ dan yana yaptık ve inanılmaz memnun kaldık. Gidince öğrendik ki otel müşterilerine indirim de yapıyorlarmış. Aklınızda olsun.
Ertesi güne yine erken başladık çünkü İsveç yolcusuyduk. Danimarka’ dan günübirlik İsveç mi derseniz hemen anlatayım. 2000 yılında kullanıma açılan Oresund Köprüsü iki ülkeyi demiryolu ve karayoluyla bağlayan birleşik bir köprü vasıtasıyla geçişi bu kadar kolaylaştırıyor. Kopenhag’ ı, İsveç’ in 3. büyük kenti Malmö‘ ye bağlayan bu köprü çok ilginç bir yapı gerçekten. 8 kilometreye yakın uzunluğunun tamamı deniz üstü köprü değil, deniz trafiğinin de engellenmemesi amacıyla belli bir noktadan sonra deniz altından ilerliyor. Üzerinde seyrederken ilginç hissettiren bir yapı. Biz merkez istasyondan neredeyse yarım saatte ya da saat başı kalkan trenle gittik. Biletinizi oradaki kiosklardan alabilirsiniz, önceden almaya veya rezervasyona gerek kalmıyor. Binişinizle inişiniz arası yarım saat civarında sürüyor. Hop yeni bir ülkedesiniz!
Hallo Schweden! Biz sabah olabildiğince erken gidip, en geç trenle dönmeyi hedefliyorduk. Sabah vardığımız gibi kendimizi bir kahvaltı mekanına attık zira bu nasıl bir rüzgar!? Kulaklığımı almadığım o gün büyük pişmanlık. O güne mi özeldi yoksa Malmö konumu gereği hep mi rüzgarlı bilmiyorum ama yine güneşli havaya rağmen o soğuk ve sert rüzgar beynimi deldi geçti sanki. Kahvaltıdan sonra en büyük üç meydan olan Lilla Torg, Gustav Adolf Torg ve Gamla Staden’ i sırasıyla gezdik. Birbirine bağlayan ve paralel sokaklarını da arşınladık. İsveçliler de gayet güleryüzlü insanlar, bence Danimarkalılardan hiç farkları yok. Yalnız Danimarka tasarımda ne kadar iyiyse İsveç ise Sanki koca bir Ikea Mağazası. Benzer çizgide ve oluşumda pek çok irili ufaklı mağazaya denk geldik. Bir yerden sonra hep aynı tarz sıkıyor gerçekten. Danimarka’daki çeşitliliği arıyorsunuz.
Buranın alışveriş caddesi ise Stortorget ama Kopenhag’ a kıyasla daha mütevazi. Yine de ara ara sevimli butikler ve tarz tasarım mağazaları var. İsveç kronu, Danimarka’ nınkine göre daha insaflı. Güncel kur 2,60. Tüm Avrupa’yı olduğu gibi İsveç’i de paskalya hazırlıkları sarmış.
Bolca yürüyerek şehrin görülmesi mutlaka tavsiye edilen noktası Pildammsparken‘ e geldik.Bu park gerçekten büyük ve şehrin önemli bir kısmını kapsıyor. Bir ay sonra gelmiş olsak eminim her yer çok daha yeşillenmiş olurdu zira nisanda hala parklar bahçeler kış modunda. Buna rağmen gezmesi çok keyifli bir parktı.
Parkın bitiminden çıktığımız Noktadan ilerlediğinizde Şehrin günümüze kalabilmiş tek kalesi olan Malmöhus’ a geçiyoruz. Burası şehrin ayakta kalmış tek kalesi. Kungsparken’ in içinden geçerek ulaşıyorsunuz. Yakınlardaki bir restaurantta gerçek İsveç köftesi ve buraya özgü bir çeşit lahana salatası yedik. Yolumuzun üzerindeki Sankt Petri Kyrka kilisesini gezdik. Şehrin önemli kiliselerinden biri.
Akşamüstü yediğimiz koca cheesecakeler aşırı tok tutunca akşam yemeğimiz epey sarktı. Ama buranın da bir dezavantajı Bazı mutfakların on ya da en geç 10:30’da kapanıyor oluşu. Bu sefer geç saatte acıksak açık yer bulamayacaktık. O yüzden yakınımızdaki Tivoli Gardens’ ın Yemek bölümüne gittik. Şu an Adını hatırlamadığım Bir tanesinde Enfes istakoz roll Sandviçlerden Yedik. Farkındaysanız son ana kadar deniz mahsülülerinden vazgeçemiyorUz. Bugünümüzü de böylece tamamladık.