¡Hola España! ¡Hola Valencia! En son İspanya topraklarına ayak bastığımın üzerinden tam 11 yıl geçmiş. Son gelişimizde Barcelona, Andorra ve Mallorca şeklinde olmuştu rotamız. (o yazılara göz atmak isterseniz şehirlerin üzerine tıklayabilirsiniz. Daha önceki bir gezi olan Madrid & Endülüs‘ ü de okuyabilirsiniz.)  Bu kez sadece Valensiya, 2 gece 3 gün. Tatil başlasın!

Hatırlatma ile başlıyorum. Bu yazımın yine Youtube videosu mevcut, bu linkten ulaşabilirsiniz. Ama tavsiyem her zaman önce yazıyı okumanız. Valensiya epey süredir merak ettiğim bir şehirdi zaten. Geçen yıl eşim iş için gidip çok beğenince bu sene yine onun iş gezisinin bitimine ben yetiştim, haftasonunu bir güzel bağladık. 2 gece 3 gün bu şehir için gayet yeterli, şayet başka bir yerle bağlamayacaksanız. (En yakınlarında Alicante güzel bir seçenek, arabayla 2 saat; tren tercih ederseniz, Madrid veya Barcelona’ ya bağlanabilirsiniz. )

Biz havayolu olarak THY tercih ettik ama zaten bizim havayollarımızdan direkt uçan başka bir seçenek bulunmuyor. Uçuş saatleri de gayet mantıklı, sabah saat 08:00, İstanbul’ a dönüş ise 18:50. Bu şekilde hem vardığınızda gezmek için bol zamanınız oluyor, gün kaçmamış oluyor, dönüş gününde de gezilecek yeterince vaktiniz kalıyor.

valencia

Eski şehir olan Ciutat Vella bölgesinde yer alan Vincci Palace Hotel‘ e rezervasyon yapmıştık. Bu bölgede bir otelde kalırsanız her yere yürüyerek rahat rahat ulaşırsınız. Dairesel bir alanda yerleşime sahip olduğundan bir meydanın herhangi bir yerinden çıkıp o dairesel döngüde ilerlediğinizde sokak sokak her yerden geçmiş, tüm rotayı tamamlamış oluyorsunuz. Mesela, bizim otelimiz Catedral de Valencia‘ nın da bulunduğu en büyük ve hareketli meydanlardan biri olan Plaça de la Reina meydanına çıkan caddedeydi. Otelimiz 4 yıldızlı gayet güzel ve temiz bir oteldi. Havaalanında valizimi biraz fazla bekleyince daha fazla vakit kaybetmemek için taksiyle merkeze inmeyi tercih ettim, 22 Euro civarında tuttu.

vincci palace hotel

Güneşli ve ılık bir günle tam bir nisan havasıydı yaşadığımız. Otele eşyalarımızı bırakır bırakmaz  hemen sokaklara attık kendimizi. Bu eski şehir bölgesine geldiğinizde “ nereye geldim ben böyle ?” soruları devamlı zihninizde yankılanıyor çünkü binalar o kadar şık ve zarif ki gezerken devamlı başınız yukarılarda dolanıyorsunuz.

İtalya’daki gibi  Rönesans mimarisinden ziyade Fransa’nın neoklasik mimarisinin izlerini daha çok görüyorsunuz sokaklarda yürürken. Özellikle balkonlardaki demir ferforje kullanım yoğunluğu bunu daha çok anımsatıyor. Şöyle de bir nüans var. Mimarisi Fransa’yı hatırlatıyor ama kesinlikle Fransa’ daymışsınız hissi vermiyor, bambaşka bir tadı ve dokusu var. Upuzun bulvarlar boyunca uzanan dev palmiye ağaçları size daha güneyde olduğunuzu vurguluyor, daha egzotik bir görünüm seriyor önünüze. Dekorasyon anlamında bazı şehirler çok öne çıkar ya mesela Kopenhag, Londra, Paris.. Valensiya o anlamda beni hiç besleyen bir şehir olmadı, çarpıcı tasarımcı mağazalarına hiç rastlamadım. Fakaaaat şehrin kendisi o kadar estetik ve ve zarif ki diğer tüm detayları unutturuyor.

Böyle kâh binaları izleyerek kâh merak ettiğimiz mağazalara girip çıkarak Plaza de Toros de Valencia yani boğa güreşlerinin yapıldığı arenanın yer aldığı meydana çıkıyoruz. Valencialılar arenanın varlığından pek memnun değilmiş çünkü boğa güreşini saf İspanyol geleneği olarak gördükleri ve kendilerinin Katalan olmaları sebebiyle bu ayrımı yapıyorlarmış. Zaten artık hayvan haklarını düşündüğümüzde boğa güreşi tarihin tozlu sayfalarına gömülmeli diyoruz.

arena de toros

Arenanın hemen yanında ise tarihi tren garı olan  Estacio del Nord yaralıyor. Binanın ilgi çekici dış cephesinden dolayı şöyle bir içine girip tur atıyoruz gerçekten sevimli bir dokusu var.

Sonrasında yolumuzun üzerinde Mercado Central’ e ulaşmaya çalışıyoruz.. Burası İspanya’ da ve Avrupa’ nın belli şehirlerinde görmeye alışık olduğumuz yeme içme pasajlarından biri diyebiliriz. Ancak benim özellikle gezi yazı ve videolarımın sıkı takipçileri bilir ki biz nereye gitsek mutlaka ve mutlaka önemli bir tarihi alan restorasyonda veya bakımdadır  🙂  bingo! Bu seferki restorasyondaki alanımız ise burası. O sebeple şöyle bir dışardan görüp yolumuza devam ediyoruz.

Bu arada yol üstünde acıktığımız için ve akşama da kocaman bir paella yemeyi planladığımızdan bir yerde oturup hızlıca birer sandviç yedik. Yine buranın devamında dolanarak Plaza del Ayuntamiento meydanına ulaşıyoruz. (Krokilerde bunun yazılışını Plaça del Ajuntament görürseniz şaşırmayın, aynı şey, yine Valensiyalıların Katalanca’ yı hatta Valenciana’ yı kullanmalarından sebep. Ama merak etmeyin kimse sizden Katalanca konuşmanızı beklemiyor herkes Castellana yani modern İspanyolca ve İngilizce konuşuyor. Gözünüzü korkutmuş olmayayım.) Belediye binasının yer almasından dolayı bu meydana bu isim verilmiş. şehrin en canlı ve hareketli meydanlarından biri.

plaza de ayuntamiento
Kendimi harcayarak belediye binasının en güzel karesini paylaşıyorum 🙂

Yine ilerledikçe karşımıza koca bir bina geliyor, zaten gezeceklerimizden biriydi. Lonja de la Seda (Llotja de la Seda) İngilizce’ ye “silk exchange” olarak çevrilmiş. Avlulu bir yapıya sahip olan bu bina geç bir Valensiyan-Gotik mimariye sahip bir sivil yapıdır ve 1996 yılında UNESCO Dünya mirası ilan edilmiştir. Bahçesindeki portakal ağaçları ile sempatik bir karşılama sunan bina içerideki gösterişli mimari detaylarla bir hayli şaşırtıyor sizi. Ücretsiz olarak gezebilirsiniz.

Gezmeye devam ederken kendimize bir anda Plaza de la Reina’ da bulduk. Hem bizim otelimize yakın olan hem de hareketli ve keyifli meydanlardan başka bir tanesi. Bir ucunda Katedral de Valencia yer alıyor katedralin girişi ücretli. Ücretli olduğu kadar da kalabalıktı o yüzden girmeyi tercih etmedik o yoğunlukta.

Sabahtan beri kahve içmemiş bünyeler “kahve kahve” diye çığlık atmaya başlayınca soluğu bu tatlı meydanın diğer köşesinde yer alan kapı cino isimli mekanda aldık her gelenin tavsiye ettiği bir kafe olduğu için sorgulamadan girdik. Menüde yazı karakterini görünce hatırladım ki biz buranın bir şubesine Mayorka seyahatimizde kahvaltı için uğramıştık. (Eski Yazıma girip bakınca gördüm kahvaltısını peki beğenmemişiz o zaman) Ama o tatlı yorgunlukla ortamı oldukça keyifli bu kafeye beğendik kahvesi güzel, tatlısı lezzetliydi.

Burada biraz yorgunluk giderdikten sonra otelimize bağlanan caddeyi arşınladık ve yemek öncesi ufak bir dinlenme için odaya çıktık. İlk akşam yemeğimizi eşimin bir önceki akşam iş yemeği için gittiği Taberna Los Gomez’ de yedik. Paella’ sı ve diğer deniz ürünleri lezzetli olduğu için seçimimizden memnun kaldık. İki gitarist de flamenko ve İspanyol müzikleriyle keyfimizi taçlandırdı. (Yemeklerimiz daha detaylı olarak hep Youtube videomda bu arada)

İkinci günümüze uyandığımızda kahvaltı için çok tavsiye edilenlerden Blackbird’ e gittik. Aslında otelimizin de kahvaltısı vardı ama Biz dışarıda etmeyi tercih ettik. Yediğimiz her şey lezzetliydi burayı da not alabilirsiniz.

Kahvaltımızı tamamladıktan sonra bugün 29.000 adım atacağımız rotaya geçiş yaptık. Ciutat Vella’ nın biraz dışına çıkarak şehri neredeyse boydan boya bölen parkta yürüyerek Ciutat de las Artes y Ciencias’ a doğru yol aldık. Bu parkı şöyle tanımlayabilirim şehirden geçen bir nehir gibi düşünün, yolu hiç kesilmeden denize varana dek aktığını düşünün. İşte tam olarak böyle bir park. Sabah sporu yapanlar, koşanlar, bisiklete binenler, okul gezisi için gelmiş öğrenci grupları hayat burada akıyor desem yeridir. Şehrin merkezine bu kadar karışmış parklar yurtdışına çıktığımda beni en hüzünlendiren detaylardan oluyor. Biz üç tane ağaç görsek sevinirken insanlar yüzyıllar boyunca dedelerine bile gölgelik etmiş bu parkların ağaçların gölgesinde bu kez kendi hayatlarını geçiriyorlar. Doğduğun yer kaderin demeyelim de ne yapalım, kimileri doğuştan şanslı.

Yukarıda ulaşmaya çalıştığımız bilim ve sanat şehri diye geçen kompleks çok geniş bir alana yayılıyor. Bu parkın sonuna doğru diyebiliriz. Şehrin simgesi haline gelmiş, kartpostalların, mıknatıs ve hediyelik çoğu ürün ürünün üzerinde buranın görselleri var. İçinde bir bilim müzesi mevcut. Ama sanat kısmından benim gibi yanılıp sergi beklentiniz olmasın. Ben ilk defa bir şehre gelirken bu kadar az ders çalışıp geldim, biraz eşimin şehri bilmesine de güvendim denebilir. Yeme içme dışında çok fazla bir araştırma yapmamıştım gezilecek yerleri not almak dışında. (şunu fark ettim, küçük şehirlerse gittiğim, biraz akışında yaşamak adına gün gün programlamıyorum kendimi) Buradaki sanat bölümünde ise sergiler var sanıyordum ancak konser salonları varmış. Dilerseniz ücretli olarak konser salonlarını görmek için girebiliyorsunuz şayet gözünüze kestirdiğiniz bir konsere bilet almadıysanız. Tarihi bir yapı olmadığı için boş konser salonunu gezip görmeyi çok gerekli görmedik açıkçası ve adı L’umbracle diye geçen, pandemiden sonra oluşturulan alandan yolumuza devam ettik.

banyan ağacı
banyan ağacı dikine kökleriyle burada sık görülen ağaçlardan biri

Bu alanı da tamamladıktan sonra plajlara geçebilmek için parktan çıkıp şehrin biraz daha kuzey doğusuna doğru yürümeye başladık. Bu alan biraz daha merkez dışı olduğu için fazla bir esprisi olmayan biraz daha sıkıcı bir bölgeydi. Ama yine de şehrin kimliğini daha iyi kavrayabilmek için böyle yollardan da yürüyerek geçiyoruz. (dönüşte taksiye bindik orası ayrı 🙂 )

Bu arada yol boyunca parkın belli bölümleri dahil sahile kadar olan alanda özel barikatlar kurulmuştu. Sonra gördük ki haftasonu Ironman triathlon organizasyonu varmış ve onlara hazırlık yapılıyormuş. Yarım saat kadar daha yürüyerek sahile ulaştık. Kumsalı aşırı geniş buranın. Kuma ayak bastığınız andan itibaren denize ulaşmanız için sanırım bir 3-4 dakika yürüyorsunuz.

Bu kadar yürümenin üzerine kumsalın hemen gerideki şeridinde, yürüme yolunun hizasında boylu boyunca uzanan cafe ve restoranlardan birine tapas atıştırmak (tapas İspanyolların meze, atıştırmalık kültürü diyebiliriz. Hem sıcak hem soğuk seçenekleri var oldukça fazla) için oturduk. Aslında niyetimiz şehrin en iyi paellası diye geçen Casa Carmela’ ya gitmekti. Ama bizim sahile vardığımız noktadan bile daha 2-3 km ilerideydi. Daha fazla adım atacak takatimiz kalmadığından hoş görünen ve Google yorumlarda puanı iyi olan bir yere girdik. Güzelce yiyip içip enerji depoladıktan sonra biraz deniz kenarına indik.

Kumun inceliğine inanamazsınız. bu derece ince ve su gibi akıp giden kumu ben sanılacağın aksine Maldivler’ de değil Küba’ daki minik bir ada olan Cayo Blanco’ da görmüştüm ve hayran kalmıştım. (Küba yazıma da buradaki linkten ulaşabilirsiniz) deniz tabii ki buz gibiydi ama şehir ve mevsimden bağımsız olarak dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir suya bizden başka illa bir giren olduğu için burada da yüzenler vardı :)) hava bu tarafta iyice rüzgârlı haliyle denizde dalgalıydı. Mis gibi deniz havasını bir süre bünyeye depoladıktan sonra merkeze dönmeye karar verdik.

Saatler yavaş yavaş akşamüstüne yaklaştığı için bir diğer yeme içme pasajı olan Mercado Colon’ a geçtik. Taksiyle 7-8 dakika sürdü, tam hatırlamıyorum ama sanırım 13-14 € tutmuştu. Yazın mis gibi uzun günlerinde günbatmadan soğuk bir şeyler içtik. Benim tercihim sangria benzeri bir içecek olan tinto de verano oldu. Kırmızı şarap ve soda ile hazırlanan kokteyle çok bayılmadım açıkçası. Sangria’ yı tercih ederim.

Bu keyifli havada yine yavaş yavaş sokakları dolanarak akşam yemeğine hazırlanmak için otelimize döndük. Ah tabii otelimizin bir ara sokağında yer alan tatlı ve kurabiyeleriyle ünlü salaş bir mekan olan Juliet’ te bir es verdik. Bir tarçınlı rulo ve san sebastian cheesecake mideye indirildi. Yemeğe kısa bir süre kala şu hareketi yapmasak iyiydi ama tatilde her şey mübah 🙂 Lezzetliydi bu arada.

Akşam yemeğimiz için yine tavsiye listelerinde olan Barrafina‘ ya gittik. Burada da yediğimiz her şey kanalda olacak ve bizden de iyi puanları kaptı. Bu arada şunu söylemeliyim ki hem burası için hem de yukarıda bahsettiğim Casa Carmela için mutlaka tatile gitmeden rezervasyon yaptırın çünkü çok zor yer bulunuyor.

Valencia bu işin merkezi değil ama varsa güzel bir tablao (Endülüs bölgesinde turistik gösteriden ziyade daha yerel halkın gittiği tavernalara bu isim veriliyor.) bir flamenko gecesi yapabiliriz diye düşündük ama malesef bulunduğumuz tarihle eşleşen bir gösteri bulamadık. Diyorum ya bu kez fazla spontan bir gezi oldu, anı yaşadığımız, plan program diye kendimizi zorlamadan gezdiğimiz. Biz de en sevdiğimiz meydanlardan Plaza de la Reina’ ya Cappucino‘ da gözümüzün kaldığı kokteylleri tatmaya çevirdik yönümüzü. Hınca hınç kalabalık olmayan meydanda ve mekanda huzur içinde etrafı izleye izleye gecemizi tamamladık.

Ve geldik 3. günümüze. Aynı zamanda dönüş günümüz ama biletimiz akşam 7′ ye. Havaalanının da yakın olduğunu düşünürsek geniş geniş vaktimiz var gezmeye. Kahvaltı için istikametimiz bu kez farklı bir yöne ve Dulce de Leche‘ ye.  Burası da önerilenlerdendi ama bizi aman aman tatmin etmedi. Ben şehrin güzel portakallarından nasibimi alayım diye portakal suyu tercih ederken eşim kahve içti ve hiç beğenmedi. Tatlı çeşidi çok ve uzun bir kuyruk vardı. Dulce de lecheli kurabiye sanviçi gibi bir şeyi varmış ünlü. Yedik ama çok bayılmadık, fazla kuru kuru geldi. Sandviçleri de humuslu hariç hep bacon’lı olduğu için tercih etmedik. Kısacası sabah sabah 20 dakika buraya yürümeye çok da gerek yoktu. Ya otelde, ya başka lokasyonda, en olmadı yine Blackbird’ de yiyebilirmişiz. Neyse her şey tecrübe.

Yine merkeze döndük biraz daha dış çeperde sokaklardan gitmeye çalışarak. Çok fazla müze alternatifi olan bir şehir olmadığı için Museo Nacional de Ceramica y Artes yollandık. Dış cephesi inanılmaz görkemli bu binanın önünden ilk gün geçmiş ama bugüne bırakmıştık gezmeyi. İçi de en az dış cephesi kadar görkemli olan bu bina eski bir markinin eviymiş. (Gonzalez Marti) Şu an seramik ve sanat müzesi olarak hizmet veriyor. 3€ giriş ücreti var. Böyle tarihi dokusu olan mekanları gezmek beni çok etkiliyor. Kimisine belki “aman yine klasik dekorasyon, varaklar, koca avizeler” gibi gelebilir. Ama bulunduğunuz şehri de anlamada tarihini özümsemede inanılmaz bir yol haritası çiziyor önünüze. Ayrıca mutlaka diğerlerinden ayrışan detaylara denk geliyorsunuz. Bakmasını, görmesini bilene. ( böyle deyip de moral bozmayayım, o yönünüzü belki geliştirmek istiyorsunuzdur, çok bilginizin olmadığını düşünüyorsunuzdur. Yapmanız gereken tek şey bolca örneğe kendinizi maruz bırakmak, bol okumak, bol araştırmak)

Buradan sonra otelimizin yan sokağında kocaman bir kitapçı vardı. Daracık bir girişi var sanırsınız küçük bir yer, hatta hemen girişe de uygun fiyattan sattığı kitapları koymuş. O mu bu mu derken bir bakıyorsunuz arkası derya deniz, kocaman bir yer. Avrupa’ da en sevdiğim şey her an her yerde büyük ve yerel kitapçıların olması. Kızım okulda 2.yabancı dili İspanyolca aldığı için (geçen günkü yazımı görenler konuya hakimdir zaten) ona bolca kitap stokladık.

Sonrasında İspanya’ nın en eski ve büyük departman mağazası El Corte Ingles‘ e de girmeden olmazdı. Biraz ayakkabı, kozmetik ve çocuk bölümünü turladık. Hele ki çocuk bölümünde çok güzel farklı markalar olabiliyor. Akabinde de market alışverişimizi yapmak üzere en alt kata indik. Cava şarabımızı ve sevdiğimiz market ürünlerini de toparlayıp çıktık. Yavaş yavaş havaalanına geçme saati geldiğinden başladığımız gibi hızlıca bir sandwiç içerikli öğle yemeğiyle gezimizi tamamlıyoruz. Sormak istedikleriniz olursa aşağıya yorum olarak bırakabilirsiniz.

Yazar

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Pin It