Web sitemin üçüncü Londra başlıklı yazısından merhabalar. Evet en sevdiğim şehir olduğu için ilk kaleme aldıklarımdandı. (linki burada ) Daha sonra daha dijital bir zamanda ziyaret edince güncel bilgilerle tekrar kaleme almak istedim çünkü farklı ziyaret noktalarımız da vardı.(onun da linki burada)
Londra’yı üçüncü kez kaleme almamın sebebi ise hem bu kez Oxford‘un da eklenmesi hem de kızımızla birlikte yaptığımız bir seyahat olduğundan , Londra’ya çocukla gidecekler için bir rehber niteliği taşımasını istediğimden. Daha önce yazdığım yerleri ışık hızıyla geçeceğim merak etmeyin, odağım yeni tecrübelerde olacak. Şunu da hatırlatmadan geçmeyeyim Londra’yı ilk kez YouTube kanalım için de çektim. Ancak bir haftalık bir seyahat olduğu için ve Londra gerçek bir yeme, içme, gezme cenneti olduğundan video çok uzun oldu o yüzden iki bölüme ayırdım. İlk bölüm geçtiğimiz günlerde yayına girdi ve linki burada. İkinci bölüm de bu yazıyla eş zamanlı olarak yayına girdi ( onun da linki burada ) her zamanki gibi tavsiyem önce yazıyı okumanız. Her daim yazıda ve videoda çapraz olarak yer vermediğim detaylar oluyor, hangisini atlarsanız, eksik bilginiz kalır, ben uyarmış olayım 😉 Hemen başlayalım.
Bu seyahati aslında mayıs ayı için planlamıştık ancak eşimin pasaportu farklı bir vize için konsoloslukta olduğundan yetişmeme riskini göze almak istemeyip eylüle kaydırdık. İyi ki de öyle yapmışız çünkü burayı sonbaharda gezmek de ayrı bir keyif.
Uçak biletimizi bu kez Pegasus‘ tan aldık. Çok avantajlı bir kampanyaya denk gelince kaçırmak istemedik gerçi sonradan Sabiha Gökçen Havalimanı’nın yetersizlikleri bizi yıldırdığı için bir daha tercih etmeme kararı aldık.(kasım ayına alınmış bir Viyana, şubat ayına alınmış bir de Dubai biletimiz var ama hadi hayırlısı. )
Geziye başlamadan önce konaklama tercihimizi de bir özetlemek istiyorum. Londra’da genel itibari ile otel odaları çok küçük. Bizim alıştığımız standartlarda bir otel metrekaresinde kalmak isteseniz ki bu lüks bir otel bile olmayabilir , fiyatlar bir anda aşırı zıplıyor. Biz de hem üç kişi +2 valiz olduğumuzdan hem de bir hafta boyunca kalacağımız mekanda rahat hareket etmek istediğimizden (yapılacak alışverişleri de düşünerek) bu kez ev kiralamaya karar verdik. Böylesi Londra için çok daha mantıklı bir seçenek. Kaldığımız evin linkini hemen şuraya bırakıyorum. En çok gezeceğimiz yerlere yakın olması için Sloane Avenue‘ daki bu ev bizim için biçilmiş kaftandı. Gezeceğimiz yerler diyorum ama Londra çok büyük o yüzden bölge bölge gezmek için en mantıklı hareket şehrin haritasını büyük bir artıyla dörde bölmek, biz de planlamamızı bu şekilde yaptık.
Şehre çok erken saatte vardığımızdan ev henüz teslim edilebilecek durumda değildi, önceden bildirilmişti bize. O sebeple biz de Bounce uygulamasını kullandık. Bu uygulamayla şehrin neresinde olursanız olun valizlerinizi ya da herhangi bir eşyanızı emanet edebileceğiniz noktaları size öneriyor. Biz gezmeye Oxford caddesinden başlayacağımız için tekrar evimizin bölgesine git gel yapmak istemedik ve valizlerimizi burada bir noktaya bıraktık, gün sonunda problemsiz bir şekilde de teslim aldık.
Ayrıca uçağımız Standted Havalimanı‘ na indiğinden şehrin merkezine önce bir tren (kişi başı 24, çocuk 16 pound) sonra da metro aktarmasıyla ulaştık.
Oxford Circus metrosundan caddeye çıktığım an Türk filmlerindeki ikonik görüntü vardır ya hani Anadolu’ dan taşı toprağı altın İstanbul’a gelinir, Haydarpaşa tren garında İstanbul hayran hayran izlenir, bendeki hissiyat da aynen böyleydi 🙂 Bu şehre kaç kez gelirsem geleyim hayranlığım bitmeyecek sanırım.
İlk gün Oxford, Bond, Regent Street gibi tüm özlediğimiz caddeleri ve mağazaları turladık. Tabii yanımızdaki Derin’ i unutmayarak onun da ilgisini çekecek noktaları ekleyerek ilerledik. Daha önce hiç gitme gereği duymadığımız M&M’s’ in Piccadly’ deki ikonik mağazasını ziyaret ettik. O kadar çok ilgi çekici bölüm ve farklı lezzetler hazırlamışlar ki bu mağazaya özgü, kendinizi her an kaybedebilirsiniz. Bununla birlikte bu şubenin her ay zarar ettiğini biliyor muydunuz? Ama burayı kapamayı kimse göze alamaz çünkü burası bir flagship mağaza, dünyanın en önemli lokasyonlarından birinde yer alıyor ve bu kriter herhangi bir kar zarar dengesine göre kapatılabilecek bir yer olmadığını gösteriyor bize.
Maison Assouline hemen önümüze düşüyor ve dünyanın en prestijli yayın evlerinden birinin içinde minik bir kafe barı bulunan bu butiğini gezmeden geçmiyoruz. Buranın havasını içinize iyice sindirmek için mutlaka içeride bir şeyler içmenizi öneririm. Ayrıca bu kez buranın dışında önemli büyük kitabevlerini de listeme aldım. Hem gezip keyfini çıkarmak için hem de kızımız ve kendim için yaptığım kitap listesindekileri buralardan alabilmek için. Waterstones, Hatchards, Foyles, Daunt Books bunlardan en bilinenleri.
Hazır buralarda iken hemen önümüze bu kez Fortnum & Mason düşüyor ve yine burayı da gezmeye gidiyoruz. Bu arada bizim seyahat tarihimiz 23-29 eylüldü ve bu tarih itibari ile Londra’daki tüm departman mağazalar cadılar bayramı bölümlerine ilave olarak yılbaşı ve noel bölümlerini açmıştı bile. Burada objektifime takılanlar ayrı bir yazının konusu olsun çünkü hepsi cıvıl cıvıl, rengarenk. Buraları gezmek de gerçekten apayrı bir keyif. Türlü türlü süsler arasından seçim yapmakta zorlanıyorsunuz gerçi bazı süslerin fiyatları o kadar yüksek ki aldığınız gibi geri bırakmanız kuvvetle muhtemel.
Buradan Marylebone bölgesine doğru geçtik. Londra’ nın en tarz ve en havalı mahallelerinden biri. Buradaki butikler de restaurantlar da ayrı bir dünya. Kesinlikle ıskalamamalısınız.
Buradan yürüyüerek Soho‘ ya devam ettik, akşam yemeğimiz için favorilerimizden biri için. Burger & Lobster. Buranın ıstakozlu sandviçlerinin, yanında gelen sosunun da hastasıyız, her gelişte çift dikiş gideriz. Mutlaka not alın ve gidin, rezervasyona gerek yok. Biz bu tatilde akşamları fine dining restaurantlara pek gidemedik sebebi ise kızımızla olmamız. Çoğu mekan akşam yemeği servisinde 12, 14 veya 16 yaş altı çocuk kabul etmiyor. Bizim de gündüzlerimiz geniş geniş bir yeme aktivitesi için fazla yoğun olduğundan bu kez es geçtik. Yine de farklı noktalar deneyimledik.
İkinci günümüz ise biraz kilometreli. Yurtdışı seyahatlerimizde bir outlet noktasını katıyorsak mutlaka ilk günlerde aradan çıkarırız. Orada bir şey buluyorsak alışverişimizi yapar, bulamadıklarımıza göre geri kalan alışverişimizi şehirde yaparız. Bugün planı ise şu şekilde: Sixt’ ten kiraladığımız aracımızla kuzeye doğru önce Bicester Outlet Village’e yarım gün uğrama, günün kalan yarısı için de de Oxford’u gezmece.
Kiraladığımız aracı evimize en yakın nokta olan Victoria tren istasyonundaki ofisten teslim aldık. Bu arada biz aracı kiralarken genellikle her ihtimale karşı full sigorta yaptırırız ne olur ne olmaz oralarda saçma sapan detaylarla uğraşmayalım diye. Bu biraz kişisel bir tercih ancak sağdan direksiyon ile araç kullanma tecrübeniz yoksa ve burada araba kullanacaksanız bu sigortayı kesinlikle yaptırmanızı tavsiye ederim. Alışkın olmadığınız bir riski almaya gerek yok derim.
Yaklaşık 45 dakikalık bir yolculukla bu outlet kasabasına vardık. Yaptığım araştırmalarda gördüğüm üzere burada aklınıza gelebilecek tüm markalar var. Hermes, Louis Vuitton ve Chanel hariç. Onun dışında Dior, Prada gibi diğer lüks markalar da mevcut. Her markada mutlaka indirimler var ve her şey çok düzenli. Asla karman çorman bir mağaza karşılamıyor sizi. Sadece her markanın her ürün grubu buradaki şubelerinde olmayabiliyor. Barbour, Ugg, Longchamp gibi markalarda birebir gözlemlediğim ve alışveriş yaptığım kadarıyla çok ciddi fiyat farkları vardı. Bu arada eğer Bicester Village’ in aplikasyonunu telefonunuza yüklerseniz bazı mağazalarda ilave indirimler veya hediyeler tanımlıyorlar. Zaten uygun fiyatlı alışveriş yaparken bunlar da ayrı birer hoşluk oluyor. İkişer katlı sevimli binalar halinde oluşturulduğunu basık AVM’ler gibi insanı daraltmayan bir ambiyansı var. Gezmesi keyifli.
Burada tahminimizden fazla vakit harcadık ve zaman yönetimimiz pek doğru yapamadık alışveriş uğruna ve Oxford için biraz geciktik. Daha fazla oyalanmayalım diye yemeği Oxford’da yeriz diye düşündük ve tavsiye edilen mekanlardan birine yakın park ederek yürüdük. Sole Luna pizza. Maalesef bulamadık çünkü bu gezici bir arabamış ve her gün farklı yerlerde park edip servis yapıyormuş. Aksi gibi bizim lokasyona gittiğimiz yer de Oxford’un en merkezinden arabayla bir 10 dakika kadar uzaktaydı. bulamayınca gözümüze kestirdiğimiz bir Jacobs&Field’ a girdik. Şansımıza yediğimiz her şey çok lezzetliydi.
Hızlıca arabayı alıp merkeze geçtik. Oxford’da gezilecek bütün yerleri etiketlemiştim ve bu mekanların çoğunun önemi de Harry Potter hayranı olan kızımıza bu mekanları göstermekti. (Çünkü Londra’ nın dışında yer alan ve bir günün 7-8 saatini alan stüdyo turunu tercih etmedik çünkü çok ciddi bir zaman alıyor)
Ancak bu noktalardan Bodleian Kütüphanesi son turu kapatmıştı. Christ Church’ ün ise rehberli tur için o günkü biletleri tükenmişti. Ben normalde böyle yaş tahtaya basmam ve önceden alınması gereken bir bilet varsa mutlaka seyahatten önce online olarak alırım fakat sabahki alışveriş turumuzdan ne zaman döneceğimizi kestiremediğim için bu kez almamıştım. bu biraz kötü oldu ben yaptım siz yapmayın, hazırlıklı gelin 🙂 Bunun dışında ünlü caddesi High Street, Oxford mezuniyet törenlerinin yapıldığı Sheldonian Theatre, Magdalen Bridge, the Covered Market görülecek diğer yerler arasında.
Tüm günü burada geçirecek olsaydık mutlaka nehirde kano turu da yapardık. Cambridge’ de bunu deneyimlemiştik. Avrupa şehirlerindeki kano ve nehir turlarını çok sevmesem ve turistik bulsam da bu küçük şehirlerdeki mini nehir turları bana çok sempatik geliyor. Oxford demişken bazı emelleri olanlara tavsiye vermiş olayım göbek bağı gömmek gibi bir planınız varsa daha sakin görünen fakülte kampüslerini tercih edebilirsiniz. Şahsen Cambridge’de öyle yapmıştık biz 🙂 Bu iki şehir birbirine o kadar benziyor ki öğrenci yoğunluğu, kitapçı bolluğu derken inanılmaz pozitif bir aurası var. Gezilebilecek yerleri tamamlayınca Londra’ya dönüşe geçtik ve arabamızı gün sonunda teslim ettik.
Esasen ben bu seyahatte Cotswolds kasabasına da çok gitmek istiyordum. Muazzam bir şehirden kaçış noktası hele ki sonbaharın sararmış renklenmiş doğasıyla harika olacağını düşünüyordum ancak iki gün şehirden çıkmak istemedik.
Yağmurla başlayan üçüncü günümüz tam bir müze günü oldu. Üç hedefleyerek dört müze gezdik. Ufak detayları vereceğim ama sabah kahvaltısı ile başlayalım. Tam bir Instagram ünlüsü olan, hazırladığı devasa hamurlarla pişirdiği kruvasanları ve tatlıları devamlı viral olan Cedric Grolet’ ye gittik. Berkeley Hotel’ in içinde giriş katında yer alıyor. Burası ile ilgili tüm detayları YouTube videomda anlattım.
Çıkışta Hyde Park’ ın içinden yürüyerek Albert Memorial Anıtını, Royal Albert Hall sahnesini (dışardan) gördük. Derin için manifestte bulunduk belli mi olur belki bir gün burada bu sahnede izleriz 🙂
İlk önce Victoria & Albert müzesine, sonrasında Science müzesine en son da ikonik Doğa Tarihi yani Natural History müzesine gittik. Bu müzeleri hakkıyla gezebilmek için her birine 2-3 gün ayırmanız gerekir. Biz yıllardır kitaplarda okuduğu bu müzelerin hepsini görsün istedik o yüzden Derin’ in ilgi alanlarına göre bölümleri seçerek sadece o bölümleri gezdik. Yoksa bir günde dört müze gezmenin imkanı yok. Bu üç müze de birbirine çok yakın o yüzden aynı gün planına rahatlıkla alınıyor. Çıkışta en yakın cafe olduğu için Paul’ de kiş gibi hafif seçeneklerle bir öğlen yemeği yedik.
Dördüncü müzemiz olan Design Museum’ ın içinde açılmış olan ve 23 Şubat 2025 tarihine kadar ziyaret edilebilecek Barbie sergisini gezdik. Şahane denk gelmiş böyle bir sergiyi kızımızla geziyorken kaçıramazdık. Yetişkin 16, çocuk 8 pound bir giriş ücreti var. Bu konu eşimi hiç ilgilendirmediğinden o arkadaşıyla buluşmaya gitti biz de bu nefis sergiyi gezdik. Çocukluğunuz Barbie’nin izinde geçtiyse veya çocuğunuz bir Barbie severse kaçırmayın derim. Akabinde akşam yemeğimiz için Londra’ da yaşayan başka bir aile dostumuzun Richmond’ daki evinde geçtik hep beraber.
Dördüncü günümüze pırıl pırıl bir gökyüzüyle başladık. Kahvaltısıyla ünlü Granger & Co’ nun Chelsea şubesine yollandık. Evimizden yine 10 dakika kadar uzakta. Buranın kahvaltısı hep övülürdü zaten gerçekten yediğimiz her şey çok lezzetliydi. Çıkışta King’s Road‘ a doğru yürüdük. Bu caddeyi de pek sevdim, birbirinden şık mağazalarıyla sevimli bir bölge. Çocukla Londra dediysek kesin işinize yarayacak bir tüyo veriyorum şimdi. Hem bu caddede hem Oxford caddesinde şubesi olan çocuk çanta, kalem kutusu markası Smiggle‘ ı bilirsiniz belki. Eğer böyle bir ihtiyacınız varsa ya da hediye etmek istediğiniz biri olursa hemen değerlendirin çünkü hem karşı tarafta pek makbule geçer hem de Türkiye’ ye aracı olarak getirenlerin fiyatlarıyla uzaktan yakından ilgisi yok. 3te 4te bir fiyatına diyebilirim. Tabii buradan da bazı alışverişler yapıldı.
Bu caddenin başında Peter Jones & Partners isimli yine departman mağazaya uğradık. Ben daha önce gezmemiştim ama özellikle ev kısmında tatlı ürünler vardı, yılbaşı süsleriyse hem daha ekonomik hem de oldukça çeşitliydi. Bugün hep sokaklardaydık ve yağmur resmen köşe kapmaca oynattı bize, saf ve katışıksız bir Londra günüydü diyebilirim. Madem, siz benim turistik mekanlarımı gezeceksiniz, ben de layıkından bir Londra havası yollayayım üzerinize dedi sanırım 🙂 Şehrin göbeğine Westminster Abbey, Houses of Parliament, Big Ben ve London Eye‘ ı görmeye gittik. London Eye’ a daha önce binmedik, Derin istiyordu ancak 3 hafta önceden online bilet almak için sitesine girmeme rağmen maalesef biletler tükenmişti. Yani böyle bir niyetiniz varsa epey önceden alın biletinizi.
Biz bu bölgeyi gezerken aşırı bir rüzgar ve yağmur bastırdı. O yüzden yürüyerek ulaşacağımız Covent Garden‘ a metroyla geçtik. Orada indiğimizde yağmur durmuş güneş açmıştı bile. ( yanıltmasın gün içinde gece dahil kaç kez durdu ve bastırdı anlatamam size) Burası her daim neşe veren bir bölge benim için. Sanatın da merkezi olduğundan bence aurası başka. Royal Opera House binasına gittik. Bazı günler herkese açık performanslar oluyormuş belki ona denk geliriz diye ancak o gün yoktu biz de mağaza bölümünden şahane kitaplar ve hediyelikler aldık.
Sıra geldi biraz keyif yapmaya. Yine yağmur bastırınca Knightsbridge’ e metroyla geçtik. İstikamet The Lanesborough Hotel. Çocuklu olduğumuz için maalesef her bar kabul etmiyordu bizi. Mesela Martini’ siyle ünlü The Dukes Bar’ı ziyaret edemedik. Kokteylleri ile ünlü bu otel diğer tercihimiz oldu. Öğlen atıştırmamızı ve kokteylimizi burada aldıktan sonra bu kez ben ayrıldım bizimkilerden. Sizlere dekorasyon içeriği üretmek ve projelerime ilham olması için Harrods’ ın dekorasyon bölümünü gezmeye geçtim. Onlar da baba kız Buckingham Sarayı’ na yollandılar. Ben daha önce içini gezdiğim için günümü dekorasyonla değerlendirmek istedim. Saray giriş biletlerini de online olarak satın alabilirsiniz.
Harrods turumu bitirdikten sonra buranın efsane food hall bölümünden bir şeyler yedim kesinlikle her şey çok taze ve lezzetli. Buradan alışveriş yapıp güzel havalarda Hyde Park’a pikniğe de gidebilirsiniz. Eğer sabah saatlerinde uğruyorsanız da fırın bölümünden enfes hamur işleri alabilirsiniz. İngiliz çöreği scone’ u benim Londra’da yediğim en iyi tariflerden.
Buradan sonra günün en bomba planına doğru yollandık. Phantom of the Opera’ yı izlemeye! Derin aslında bale yaptığı için ilk düşüncemiz bir bale izlemekti. Ama geçen sene okulda bu müzikali işlediklerinde çok etkilenmiştim ve bunu görmek istedi. Bale öğretmeni de Phantom’ ın sahneyle ilgili her anlamda onu besleceğini düşündüğünden bu tercihini destekledi. Ve biz anlatılmaz yaşanır cinsten bir gösteri izledik. Hikayeyi biliyoruz ama kanlı canlı o sahnede izlemek bambaşka bir olaymış. Kaç dekor değişti sayamadım, sahnedeki dinamizm her ama her detay o kadar etkileyiciydi ki adeta koltuğunuza çakılıyorsunuz. Kültür sanat köşemiz için elbette bu gösteriyi detaylıca kaleme aldım. Okumak için bu linke tıklayabilirsiniz. Buraya gelmişken mutlaka bir gösteri izlemenizi tavsiye ederim. The Lion King de En etkileyici gösterilerden bir tanesi.
Beşinci günümüze geldiğimizde bu kez rotamızı Notting Hill & Portobello bölgesine çevirdik. Buraya cuma günü gelmemizin bir sebebi de ikinci el ve antika pazarının bugün kurulması. Alışveriş yapın ya da yapmayın gezmesi çok keyifli. Buranın devamında Londra’nın biraz daha kuzeyinde yer alan, yine sakin, zarif ve karakterli bir semt olan Hampstead Heath’e gitmek vardı ancak yine sağanak yağışlı ve diğer günlere göre daha soğuk bir gün olduğu için maalesef programdan çıkardık. Burada bolca dükkan gezdik, çay alışverişi yaptık ve bizim bir klasiğimiz olan kızımıza kartpostal atma görevini bu kez ona devrettik ve arkadaşlarına yazdığı kartları postaladık.
Öğleden sonra ben yine belirlediğim noktalarda dolanırken Onur ve Derin Sherlock Holmes müzesini gezdi. Ben yine daha önce gittiğimden katılmadım onlara.
Sonra sıra geldi İngiliz çay saatine. Londra’ya gelip de benim bu lezzetli ritüeli atlamam düşünülemez. Bu sefer tercihimiz Royal Lancaster Hotel oldu. Notting Hill bölgesine yakın olduğundan ulaşımımız da rahat oldu. Yediğimiz her şey lezzetliydi ilgilenenlere tavsiye edebilirim.
Yavaş yavaş son günlere yaklaştığımız için dönerken yanımızda götürmek üzere Marks&Spencer’ ın marketinden biraz alışveriş yaptık. Sevdiklerinize butter shortbread kurabiyelerden götürmek isterseniz buradan alabilirsiniz. Sonrasında Liberty gibi girmediğimiz birkaç mağazayı da gezip günümüzü sonlandırdık.
Altıncı güne geldiğimizde rotamız bu sefer yine daha uzaklar. Yine King’s Road’ dan yürüyerek Trafalgar Meydanı’ na ve elbette National Gallery’ e geçtik. Bu müzeyi daha kaç kez geçsem yine doyamam. Her seferinde bambaşka eserlerle vuruyor beni.
Yavaş yavaş acıkmaya başlayınca şehrin güneyine doğru yöneldik. Hedefimiz açık yeme içme pazarı olan Borough Market’a gitmekti. Gittik de ama maalesef tam öğlen yemeği zamanı olduğu için inanılmaz bir kalabalık vardı. Avantajımız şu oldu orada yaşayan arkadaşımız Fatih’le gittiğimizden hemen marketin girişinde yer alan Padella isimli makarnacıya girdik. Makarna mı yediniz yani demeyin ne olur. Hepsi inanılmaz lezzetliydi. Derin fazla kremalı makarna sevmiyor diye ona sade istedik ama onun bile üstüne bir peynir rendelemişlerdi ki o kadar basit bir tabak bile aşırı lezzetliydi. Bir daha gitsem o makarnacıda yemek için tekrar programa alırım.
Bu tarafa gelmemizin bir sebebi de tabii ki Tower of London ve Tower Bridge’ i görmekti. Bu bölgeyle ilgili vakit geçirmesi hoş bir alanı da YouTube’da çektim. Buradaki turistik turumuzu da tamamladıktan sonra King’s Cross istasyonuna geçtik. Sebep ne diyecek olursanız tabii ki Harry Potter’ın Hoggwarts’ a trene binmek üzere güya içinden geçtiği peronda fotoğraf çekilmeye 🙂 tam 1 saat fotoğraf kuyruğu bekledik. Bunu göze alarak gitmeniz gerekir. Günü bitirirken aklımızda kalan bazı mekanlara tekrardan uğradık. Dolaşırken yine Covent Garden tarafına yaklaşınca bir diğer İngiliz klasiği olan fish & chips için Londra’nın en iyi yedinci mekanı olan Rock & Sole’ a gittik. 153 yıllık bir aile geleneği tarifiyle pişiriyorlarmış ama benim çok favorim olmadı açıkçası. Yıllar önce Cambridge‘de yediğimin üzerine asla çıkamadı hele ki bezelye püresi.
Yedinci ve son günümüzdeyiz. Uçağımız öğleden sonra olduğu için valizlerimizi yine evden çıkarıp bir Bounce noktasında emanete verdik. Londra klasiklerinden her köşe başında görebileceğiniz Pret a Manger’ de yine bir İngiliz klasiği olan yumurtalı mayonezli sandviçlerimizle güne başladık. Böyle kulağa gerçekten çok kötü geliyor ama hele ki soğanlısı bir rüyadır benim için 🙂 Pazar günü mağazaların çoğu 11,12, 1 civarında açıldığı için daha çok sokakları arşınlayıp birbirinden güzel binalarla gözümüzü gönlümüzü açtık.
Havaalanına geçmeden önce Knightsbridge’ deki L’eto’ ya uğrayıp vitrinden bizi direkt içeri davet eden tatlılarla bir kapanış yaptık. Umarım bu gezimiz de sizin için okuması ve eşlik etmesi keyifli olmuştur. Gezi ile alakalı olarak merak ettiğiniz sormak istediğiniz sorularınız olursa aşağıya yorum olarak bırakabilirsiniz. Yukarıda vermiştim ancak bu seyahatimizin iki bölüm halindeki video linklerini tekrardan paylaşıyorum.
İyi seyirler …
Birinci bölüm
İkinci bölüm