Nereden başlasam nasıl anlatsam? Böyle güzel bir rotayı hangi kelimelere sığdırırsam sığdırayım yine de az gelecek tasvirine. Güney Fransa daha önce tatmadığım bir keyif verdi bu kez bana. Yepyeni keşiflerim, tattıklarım, gördüklerim beni başka bir ben yaptı. Öncelikle uyarayım rotasını kendimizin çizdiği bu tur öyle en şık kıyafetlerinizi, topuklularınızı giyip salınabileceğiniz bir tur değil (Nice hariç). Bolca kilometre, üzüm bağları, arnavut kaldırımı, dik yokuşlu dağ kasabası, lavanta tarlası ve bin derecelik sıcak bir iklim ihtiva ettiğinden kendinizi maksimum rahatlığa göre organize etmeniz gerekiyor. Okudukça bu bilgiler netleşecek. Hadi başlıyoruz.
Canımız bitanemiz kızımızı bu kadar uzun süreli bizsiz bırakacağımız ilk tatilimiz olacağı için gün konusunda kararsızdık. Dörtten az olsun istemiyor ama 5,6,7 güne de cesaret edemiyorduk. Uçak biletlerini de kontrol ettikten sonra full programla 4 gece 5 gün yapmaya karar verdik. Gün kısıtlı ama bu coğrafyada görülecek nokta çok fazla olduğundan epeyce bir araştırma ve kilometre/gün hesabı yaparak 11 noktalı şu programda karar kıldık. Lyon, Beaujolais, Annecy, Valensole, Avignon, Marsilya, Aix-En-Provence, Grasse, Cannes, St Paul de Vence, Nice. Çok nokta ve çok fazla güzel fotoğraf olduğu için sizi yormamak ve okuma kolaylığı sağlamak, aynı zamanda da çokça bilgilendirmek adına bu geziyi iki yazıya ayırdım Provence ve Cote D’azur olarak.
Lyon ile neden başladık? Araştırmaları yaparken çok fazla blog, tatil sitesi ve tur programı inceledik. Yorumlarda Lyon’ u herkes tahmininden fazla sevdiğini söyleyince, görülecek mükemmel civarlarını da düşününce eklemeye karar verdik. Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim. Olmasa eksilmezdik, ölüp bitmedik, standart bir Avrupa şehri ama civar gezileriyle bizi çokça ihya etti, severek ayrıldık. Bir de ben huy olarak, gün sonunda beğenmesem de hiçbir yere “keşke gitmeseydim” demem. Hepsi bu dünyada ayak bastığım +1 topraktır, anılardır, tecrübedir, hayatıma + birkaç maceralı sayfadır. Romana bağlamadan tatile geçiyorum 🙂
Bu bir road trip (araba ile uzun seyahat) olduğundan ve araba kiralamayı hem istediğin aracı bulamama ihtimalinden ve son dakika fiyatlarının uçuk olmasından dolayı gitmeden önce rezerve ettik.( Budget’tan) Alış yeri Lyon bırakma yeri Nice olunca her firma buna izin vermiyor ve otomatik olarak seçenek daralıyor. Bir dipnot da alış ve bırakma yeri farkı olunca her firma 70 € civarında ek ücret kesiyor, el mahkum. Full sigorta da ekleyince bize 330 €’ ya geldi. İnternet paketli telefonunuz varsa navigasyona 5 gün için 100 € vermekten de kurtarabilirsiniz. Yoksa da dert değil, Offline Maps, Google ve Yandex’ ten bile iyi çalışıyor. Arabadan sözü açmışken yine burada belirteyim. Biz çok ciddi kilometre yaptık; 1300 kilometre ile 5 günü tamamladık. Otoyol fiyatlarının elbette bizimkisiyle ilgisi yok. Kendinizi organize etmeniz açısından söylüyorum bu tatilde araba kiralama hariç sadece otopark ve otoyol giderleri 250 € tuttu. Ama bu rotayı bu kadar zamanda başka türlü de yapmanızın imkanı yok çünkü küçük yerleşim yerlerine dilediğimiz gibi ulaşma rahatlığınız oluyor.
Ve Lyon… Rhone ve Saone nehirlerinin kestiği romantiklik sınırlarında gezinen sessiz sakin, “Paris, Nice tamam ama ben de varım, meraklısına” diyen bir şehir. Arabayı en büyük meydanı Place Bellecour meydanında bir otoparka bırakıp Saone tarafına doğru keşfe çıkıyoruz. Amacımız Fourviere tepesinden tüm şehre hakim Notre Dame de Fourviere katedralini görmek. Yukarıda gördüğünüz füniküler ile çıkıyorsunuz. Elbette yürümek serbest ama gördüğünüz tepeyi çıkmaya kalbiniz dayanırsa.
İki katlı ve şehrin en büyük katedrali oluşundan dolayı ilgi çekici ve görülmesi gereken bir nokta.
Katedrali gezer gezmez hemen aşağısı olan Vieux Lyon yani eski Lyon bölgesini turluyoruz. Ve detaylarını dekorasyon yazısında paylaşacağım (link burada) Maisons Du Monde markasıyla da burada tanışıyoruz. Buralarda gezinirken Chocolatier Seve’ nin bir şubesine rastlıyoruz ki kapalı! Kendisi ölüp bittiğimiz makaronları dünya ile tanıştıran çikolatacı. Neyse burada workshoplar yapılıyor o yüzden bugün kapalı herhalde diyerek Les Halles Paul Bacouse’ un içindeki şubeye yürüyoruz makaron aşkım yüzünden. Ve oraya vardığımızda Lyon ile ilgili bir gerçeği algılıyoruz. Anlam veremediğimiz bir şekilde çoğu yer kapalı pazartesi günü Lyon’ da. Avrupa’ da hiç gördüğümüz bir şey olmadığı için şaşırıyoruz, neden kapalı sorusunun cevabı da Fransızlara özgü: Çünkü pazartesi. Bir magnet bile alamamamızın sebebi budur yani. Yarın yola çıkmadan uğramaya karar veriyoruz. Makaron yok bugün ama fünikülere çok yakın bir noktada yer alan Boulangerie Eric Kayser’ de bu muazzam frambuazlı tartı yiyoruz. İçinde krema olmamasına rağmen hamuruyla bu kadar lezzetli olabilir.
2. büyük meydan olan Place de Terraux’ a yol alıyoruz. Burada amaç ünlü Bartholdi çeşmesini görmek. Ancak Roma’ daki makus talih burada da hortluyor ve bingo! Trevi gibi bu çeşme de tadilatta. Güzel sanatlar müzesi epey ilgi çekici ancak biz vakit darlığından giremiyoruz. İskele ve tadilat görüntüsüyle sevimsizleşen meydanı kozmetik için çok methedilen Grande Pharmacie Lyonnaise’ e çeviriyoruz. Fazla lüks marka içermemekle birlikte çok büyük bir eczane + Watsons’ ın 5 katı büyüklükte bir yer hayal edebilirsiniz. Nuxe, Avene, Bioderma, Vichy gibi markaların ürünleri ve daha pek çoğu epey uygun fiyatlı.
Sokakları arşınlarken Lyon’ a özgü bir tat olan Coussin de Lyon’ a rastlıyoruz. Marzipanlı bu enfes tadı yıllar önce Nice’ te tadıp beğenmediğimi hatırlıyorum ama bu kez bayılıyorum! Serinde korunması gerektiğinden buraya getirmek için güneyden alırız diyerek sadece atıştırmalık paket alıyoruz. Bir daha bulamayacağımızı bilsek o gün yolluk olarak stoklardık en azından. Mutlaka tadılmalı. Adı da şeklinden geliyor Lyon Yastığı diye…
Mideye fazla düşüp vakit kaybedince ipek dokuma atölyeleriyle ünlü Croix-Rousse bölgesine yetişemiyoruz. Önemi ise Lyon’ un kumaş üretiminde oldukça iyi düzeyde olması. Gezi notlarımı temize geçerken listeye yazmayı atladığım için Küçük Prens’ in şehri olan burada yazarı St. Exupery ve Küçük Prens heykellerini göremiyoruz. Aslında Bellecour meydanındalar ama o kadar büyük ki bizim geçmediğimiz bir tarafta kalmış olması muhtemel.
Ver elini Beaujolais… Fransa’ nın Bordeaux’ den sonra en çok üzüm üretilen ve en yoğun şarap yapımının olduğu bu noktayı es geçemezdik.
Çok sevimli yollardan geçerek 50 km kuzeydeki bu şarap cennetine ulaşıyoruz. Maalesef Lyon’ daki pazartesi durumu burada da geçerli ve bizim önceden işaretlediğimiz her yer kapalı. Yolda giderken şansa “ouvert” tabelasını görüp hemen eşime bir U dönüşü yaptırıyorum. Tabii burada haklı olarak Fransızca’ m olmadığını düşünen ama bazı kelimelerin anlamlarını bildiğimden bihaber eşime ouvertin gerçekten “açık” demek olduğuna inandırmamla ilgili bir tartışma var ki girmesem de olur 🙂 🙂
Tatlı mı tatlı bir bahçenin içinde ufak bir ev ve ufak bir mahzen. Fıçılarca şarap yok burada ancak kendi üretimleri şarapları tam 3 ayrı yıl çeşitli ödüller almış. Biz de Cote de Brouilly olan enfes bir kırmızı tadıp çantamıza katarak dönüşe geçiyoruz. (adres: domaine de la poyebade Fabienne et Marc Duvernay 69460 Odenas Cote de Brouilly) İlk Türk müşterisi bizmişiz, giderseniz selam bizden 😉
19 haziranda gitmenin avantajı olarak biraz kuzeyde kalan bir şehir için gün bize bitmiyor. 8’de Lyon’ a dönüp otele yerleşip yine kendimizi sokaklara atıyoruz. Gündüzünden daha hareketli ve ışıl ışıl bir Lyon karşılıyor bizi.
Akşam yemeği için adını birkaç yerden duyduğumuz L’entrecote ‘ a gidiyoruz. Gastronomi şehrinde, etin bu kadar yoğun tüketildiği bu merkezde tercihimizi etten yana kullanmasak olmazdı. Farklı yerler de arayabilirsiniz çünkü bizden aldığı not 10 üzerinden 5-6.
Sabah erkenden Annecy (Ansi diye okunur) için yola koyuluyoruz ve tabii ki rotayı önce makarona düşürerek 🙂
Tatlarını kesinlikle beğendik, oraya kadar gitmişken deneyin. Bu arada tuzlu makaron da ilk kez orada gördüm. Susamlı gorgonzolalı, parmesanlı gibi çeşitleri vardı ama en az 8li paket almak gerektiğinden riske girmek istemedik, siz belki denersiniz.
Bugün için çılgın kilometrelerin ilk etabı 150km doğudaki Annecy. Bir rüya, masal, biblo gibi minicik kasaba. Annecy gölü ve kanalları etrafına toplanmış bu şirin yerleşim alanı dünyanın en temiz göllerinden biri olarak tutmayı başarmış Annecy’ i. Yeşilin tonu bulanık gibi görünse de gözünüz yanılmasın pırıl pırıl bir su. Lyon’ a biraz uzak (145 km) ancak Cenevre’ ye 45 km. O yüzden de “yoksa burası İsviçre mi?” dedirtecek kadar İsviçre restaurantına sahip. O taraflara geliyorsanız Annecy kaçınılmaz durağınız olmalı.
Göl ve kanal turu yapabiliyorsunuz. İster böyle teknelerle, ister deniz bisikleti, isterseniz de motorlu teknelerle. Herkes kullanabiliyormuş ama biz cesaret edemedik.
Peki buradaki makus talih? Şimdi müze olarak kullanılan, Annecy denince gözünüzün önünde beliren o eski ortaçağ hapishanesi var ya, alt resimde tam arkamdaki, işte o da tadilattaydı! Ne diyelim, şans…
Pazarına rastgeliyoruz. Envai çeşit zeytin mevcut ama hep atıştırmalık olarak, yemekten önce veya içki yanında… Öğle yemeğimizi onların öğlen arası saatini unutarak bir anda patır patır kapanmaya başlayan restaurantlardan birine dalış yaparak hallediyoruz zira yolumuz uzun, es geçemeyiz. Çok kayda değer lezzetler olmadığından adı da yok hafızamda…
Annecy’ e bir daha gelme sözü vererek akşamüstü güneşini kaçırmamak için Valensole ‘ e yani lavanta tarlalarına doğru yola çıkıyoruz. Lavantanın asıl merkezi Sault kasabası. Ama gitmeden önce çılgınlar gibi yaptığım araştırmalar sonucu bizim gideceğimiz tarih için oranın fazla kuzey kaldığı ve lavantaların yeterince morarmamış olabileceğini okuduk. Çünkü asıl lavanta zamanı temmuzun ilk ve 2. haftası, tabii yer yer ağustosa kadar görülebiliyor. Instagram’ ın yer taglerinden de takip edince haklılık payını gördük. O yüzden 2. en çok lavanta üretilen yer olan daha güneydeki Valensole’ ü tercih ettik.
Valensole demek Annecy’ den 315 km demek. Yaklaşık 3.5 saat gidilen yolun sonunda bende yine bir “ya o kadar mor değilse korkusu”.. Yine diyorum çünkü renk oldu mu bende ayarlar oynuyor biraz, Maldivler’ de de “ya bizim otelin denizi tam o mavi değilse” 🙂 Neyse şükür tepeden inerken ilerdeki göz alabildiğine mor tarlaları görüyoruz da rahatlıyorum. Yol nasıl sessiz nasıl güzel, camları sonuna kadar indirdiğimizde daha yanına bile yaklaşmadan bizi sarmalayan o enfes koku. İndiğimiz anda hemen birinin kenarına park edip şapkaları makineleri kuşanıp atıyoruz kendimizi dışarı. Araba stop edince fark edebildiğimiz bir başka detay ıssız sessiz o yoldaki milyonlarca arının vızıltısı. Hafif aromasıyla yenebilecek en güzel ballardan birini oluşturmaya çalışan milyonlarca sevimli kanatlı. Manzaranın, doğanın nefasetini anlatacak başka kelimeler arıyorum tıkanıyorum. Bir süre poz bile veremedim. Doğanın coşkusunun yanında benim pozum yetersiz kalacak hissine kapılıyor insan. Şimdi bir lavanta şöleni yapıp devam edelim.
Tarlaların ortasında lavantalı ürünler satın alabileceğiniz tek yer olan (merkezinde bile görmedik) Lavandes Angelvin’ e uğradık. Kendinize onlarca şey alabileceğiniz gibi eşe dosta da bu seyahatten götürülebilecek en hoş hediye lavantalı “bir şeyler”.
Tarlalardan içeri doğru nerede ne var diye ilerlerken böyle enfes yollar manzaralar çıkıyor önümüze. Sonra da eski bir şato ama şimdilerde otel olarak kullanılan Chateau du Grand Jardin… Valensole’ de kalsak kesin burada konaklamak gerekir. O kadar tarihi o kadar huzur dolu bir havası vardı ki.
Kah kaybolup kah bir lavanta yolunda kendimizi bularak, aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu bu mor doğada bırakıp o gece konaklayacağımız şehir olan Avignon’ a geçiyoruz ki bu da 135 km yol demek 🙂 Gün sonunda 600km’ ye tamamladık yolu ama harika duraklarda ruhumuza yeni çentikler attık anılarıyla kendilerini sızlatacak.
Valensole’ de yiyecek hiçbir yer bulamayınca akşam yemeği Avignon’ a kalıyor. Haliyle yollarda fazla zaman harcayınca varış saatimize istinaden yine mutfağı açık kalmış birkaç seçenekten birini seçmek durumunda kalıyoruz. Bir gece mükemmel yemişiz yememişiz o pek mühim değil de ben size buranın aurasını anlatayım kısaca. O bir ortaçağ kasabası. Vatikan’ da huzurun pek kol gezmediği dönemde Papa’ nın Hristiyanlık merkezini taşıyıp buraya Papalık Sarayı’ nı yaptığı yer. 70 yıl kadar merkez burası olduktan sonra önce anlaşmazlıklar silsilesi sonrasında ise buradakinin yazlık saray olarak kalması kararlaştırılarak merkez Vatikan’ a geri taşınmış.
Papalık Sarayı işin uzak tarihi.. Yakın tarihe gelirsek 1947′ den beri düzenlenen Uluslararası Tiyatro Festivali bu kentin can damarı. Öyle ki Avignon’ u bir sahne olarak düşünün festival zamanı oyuncu ve izleyicileriyle hayat bulan, onlar gidince de surları arasında ıssızlaşan, kabuğuna çekilen. İz TV’ de Bennu Yıldırımlar ve Eylem Yıldız’ ın geldiği dönemde çekilen programı gördükten sonra temmuz ayında Provans’ a yolunuz düşüyorsa, kesin buraya da uğranmalı, her yerden sanat ve oyuncu fışkıran bu şehrin tadına varılmalı. Haziranda her yer festival ve oyunların afişleriyle dolmaya başlamıştı bile. Bir on bir de off program oluyormuş. Ana programda (on) yer bulamayan oyunlar off programı oluşturuyormuş.
Bu da ünlü Pont de St. Benezet köprüsü. 12. yüzyılda yapılan ancak yıllar içinde hasar alıp en son 17. yüzyılda onarımdan geçen köprü. Avignon’ u da tatlı anılarla kapatıp Marsilya’ ya doğru yol alıyoruz artık. Marsilya aslında lokasyon olarak Cote D’ azur bölgesinde ancak buradan sonra gittiğimiz Aix en Provence asla Cote D’azur’ a dahil edemeyeceğim için siz de o bilinçle okuyun lütfen.
İşte tam bir Akdenizli. Sahili, deniz ürünleri “Fransızlara” rağmen sıcak insanı ile bizi yakalayıverdi. Akdenizli dedim ama bize çokça güzel İzmir’ imizi anımsattı. Tepeden sanayilerden geçerek sahile inişi, cruise gemilerinin yanaştığı büyük liman bunlara sebep. Tüm haşmetiyle bizi Notre Dame de la Major katedrali karşılıyor. Hem merkezde oluşu hem etkileyici görünüşü bizi kendine davet ediyor. Aslında şehrin en bilinen katedrali Notre Dame de la Garde’ dır. Burayı gözlediğine inanılan Meryem Ana heykeli ile ünlüdür. Merkeze sapa oluşu, aşırı sıcak ve aç karınlarımız sebebiyle kendimizi deniz ürünlerine adıyoruz.
Rue de la Republique’ ten aşağı kendimizi bırakarak Vieux Port yani eski limana, şehrin göbeğine varıyoruz. Ve dönme dolap! Adeta “en harika instagram kareleri için sizi buraya beklerim” diye bağıran dönme dolabı kırmayıp biniyoruz.
Hazır hiçbir yerin kapanmadığı bir lokasyondayız ve açız bu öğlen güzel bir yemek yemeliyiz diyerek tamamen şansa oturduğumuz Vieux Port’ taki L’hippocampe damaklarımızı şenletiyor. Buraya özgü deniz ürünleri yemeği bouillabaise ‘ i denemek istesek de porsiyonların devasalığı sebebiyle farklı tercihler yapıyoruz.
Şu gelen atıştırmalık bile ne kadar lezzetli yemekler yiyeceğimizin habercisiydi. Devamında aldığımız balık çorbası, ahtapot salatası ve jumbolar jumbosu karidesli spaghettisi ile hepsi birbirinden başarılıydı. Tadı damağımızda kalan yemeğimizden sonra bir diğer önemli caddesi La Canebiere’ de turluyoruz.
Fransa ile özdeşleşen atlı karıncalardan her şehrin can alıcı bir caddesinde mevcut. Bu arada buradan kendinize yolluk, eşe dosta duty free çikolatası haricinde orijinal bir şeyler götürmek isterseniz bu cadde üzerindeki (bir şubesi Aix en Provence’ta da var) La Cure Gourmand’ a uğrayabilirsiniz. E-n-v-a-i çeşitte ve lezzette kurabiyelerinden şeker ve çikolatalarından alıp tablo niyetine asılacak kutularına dizdirebilirsiniz. Aslında Marsilya’ da denize girmeyi planlıyorduk ancak Nice’ e bıraktık son anlık fikirle.. İyi ki de öyle yapmışız…
Sıradaki istikametimiz Aix-En-Provence. Doğanın sanatla, sanatın doğayla yoğrulduğu bu eşsiz şehri gezmeye sanatla başlamanız lazım. Biz öyle yaptık ve tüm şehre sonrasında o gözle baktık. İlk durağımız ünlü ressam Paul Cezanne’ ın atölyesi. Özellikle natürmort tablolarını pek sevdiğimden kesin uğranacak mekanlarımızdandı.
Koruluğu ile bizi bizden alan bu yapıyı satın alıp atölye olarak kullanmaya karar verdikten sonra epey tadilattan geçiriyor. En iyi resim kuzey ışığıyla yapılır diye duvarı neredeyse komple kırdırıp cam haline getiriyor. Zaten atölyeye girdiğim an gözlerime inanamadım. Her şey o kadar gerçekti ki Cezanne’ ın natürmort tablolarından birine girmiş gibi hissettim.
Burası hakkında daha fazla detayı aşağıdaki notta okuyabilirsiniz. Cezanne ile vedalaşarak Aix’ in kucağına dalış yapıyoruz. İyi ki Marsilya’ da yüzmeme kararı almışız ki Müzik festivaline denk geldiğimiz o günde capcanlı sokakların, her yerden müzik duyulan dokunun tadına varabilmişiz.
La Rotonde meydanındaki Rotonde çeşmesi neyse ki tadilatta değil 🙂 Burayı kesen Cours Mirabeau caddesini geziyoruz. Eski malikanelerin sıralandığı capcanlı bir cadde.
Yolun sonuna doğru ise Cezanne’ ın da sık sık gittiği cafe olan Cafe de Deux Garçons’ ta soluklanıyoruz ve aşağıda Fransa’ dan başka bir yerde böylesini yiyemeyeceğinizi iddia ettiğim limonlu merengin tadını çıkarıyoruz.
Sokakları arşınlarken denk geldiğimiz şu gruptan 20 dakika boyunca öyle güzel jazz parçalar dinledik o kadar iyi çaldılar ki müziğe tam anlamıyla doyduk. Aix’ i çok bol keyifle noktalarken otelimize doğru yollanıyoruz…. Yarından itibaren Cote D’ azur ve yeni yazı diyorum ve Provans sayfasını ennnn bol lavanta kokularıyla kapatıyorum, içine hapsolsun, her kim açarsa mis gibi koksun diye….