Başlığa küçük bir not ekleyerek başlamam gerekirse neden 2018 yazdığımı açıklayayım öncelikle. Sitede şuraya tıklarsanız göreceğiniz gibi daha önce yazdığım İngiltere gezi yazım mevcuttu. (ilgilisine bu da İskoçya yazım) Bu 2. gidişim ve sitede gezinenlere akıl karışıklığı olmaması ve özellikle restaruantlar bakımından güncel bilgi içerdiğini belirtmek açısından 2018 diye ayrıştırdım. Diğer yazıdan farkını ortaya koymam gerekirse bu kez çoğu gitmediğim yerleri içeriyor (1.yazıyı da okursanız tekerrür pek yok yani 😉 )bu sebeple tarihi yerler anlamında önce eski yazımı sonrasında yenisini okumanızı tavsiye ederim zira Londra’ ya 1, 2, 3 ziyaret asla yetmez, hep görmediğiniz çok daha fazlası için çağırır durur sizi.
Gelelim bu son ziyaretime. Yurtdışı seyahatlerimde görebildiğimce fazla yer görmek, sokaklarında kaybolmak, tarihi geçmişini özümseyebilmek adına müze gezmek biraz daha odak noktamda olurdu ve tabii ki alışveriş olmazsa olmazımdı. Neredeyse 20 yıla yakın bir zaman diliminden bahsedince elbette tercihler değişiyor zamanla. Bende diğerleri yine baki de alışveriş biraz asimile oldu 🙂 yine geziyorum tabii ama az zaman ayırarak. Daha öne çıkan kriterim iyi yemek yemek. Evvel ezel yemeğe düşkünlüğüm artık daha ağır basıyor mutlaka gidilecek yerde yenmesi gereken yemekler, gidilmesi gereken restaurantlar listem oluşuyor ve hatta o tadacağım lezzetler heyecanlandırıyor. Hal böyle olunca bu postta epey mekan adı da göreceksiniz. Kabul, yazı biraz uzun ama sabredip okursanız, harika mekan ve deneyim tavsiyeleri içerir. Hadi başlayalım en baştan…
İngiltere vizesinde Schengen’ den farklı olarak ne kadar süre istediğinize kendiniz karar veriyorsunuz. 6ay, 1 yıl, 2 yıllık seçenekler var, ücret de orantılı olarak değişiyor. 3 hafta içinde çıkıyor maksimum, biz 3 hafta kala pasaportları teslim etmek durumunda kaldık. Riske atmayalım diye express vize önerdiler ama kişibaşı 200 pound ilave istenince riske girmeyi tercih ettik 🙂 neticede 2.haftanın hemen başında çıktı. Zira mart başı 5,30 olan kur şu anda 5,85! (edit: yazı yayına girene kadar 6,00 oldu)
Hayatımızda bir ilk yapıp tam 7 ay öncesinden uçak biletini almıştık. Gidiş gününü özellikle cumartesiye denk getirmek istedim çünkü bu kez daha önce denk gelemediğim Notting Hill’ deki Portobello Road Market’ in kıpır kıpır halini görmek istedik. Sokağa kurulan antika pazarının haricinde bu bölgedeki bazı mağazalar bile sadece cumartesi açık.
Biraz günün başına dönelim. Uçağımız sabah 8.25 seferiydi THY’ nin. O yüzden mart ayındaki 3 saatlik farkı da düşününce oraya vardığımızda saat henüz 9’a geliyordu ki güne başlamak açısından harika oldu. Sadece Londra’ da olacağımız için bu kez araba kiralamadık. Bol yürüyüş ve metro işimizi gördü. Heathrow havaalanından direk otelimizin sokağına çıkan bir durak sayesinde metro ile şehre inmeye karar verdik. Bu arada haftasonları bazı hatlar servis dışı olabileceğinden dikkatli olmanızı tavsiye ederim.
Hyde Park‘ ın kuzey tarafında kalan otelimize yerleşir yerleşmez hemen kendimizi sokaklara attık. Ne nerde, biz neredeyiz 1-2 saat aklımızda oturtana kadar doping olması açısından hemen birer tane, lezzetini özlediğim egg mayonaise sandviçlerden atıştırarak tura başladık. Neredeyse her köşe başında bulunan Pret a Manger hafif ve sağlıklı atıştırmalar için ideal.
Kokusunu, dokusunu, havasını (yağmurdan nefret etmeme rağmen sadece oraya yakıştığını düşünüyorum) suyunu deli gibi özlediğim bu şehirde attığım her adım çok değerliydi. Farklı bir aurası var bu herkesin soğuk dediği beni kendine aşık eden şehrin. Dolayısıyla otelimize yürüme mesafesindeki Notting Hill’ e doğru yürürken baharın tadını çıkardık. 10 martta Londra’ daydık ama mart ayı için size kesin hava bilgisi vermem doğru olmaz. Bizden bir hafta önce -2 lerde kar görmüştü. Biz de epey hazırlıklı gittiğimiz halde nispeten pamuk gibi 10-15 derecelere denk geldik. Sadece kış ve bahar aylarında şuna dikkat etmek lazım. Park ve bahçeler gibi açık alanlarda yürüyüş yaparken “o kadar da rüzgar yok, benim kulaklarım neden dondu?” dedirtecek bir akıma tutuluyorsunuz. Ama şehrin içinde hiç o derece üşümedik.
Bu kadar ulaşım ve hava muhalefeti bilgisi yeter. Şu bit pazarına bir dalış yapalım artık. Londra öyle küçük Avrupa şehirleri gibi daracık, sevimli sokaklarında kaybolacağınız bir şehir değil, her caddesi gösterişli, her sokağı şık ve karakteristik. Yüzyıllara hükmetmiş imparatorluğunun algısından mıdır bilmem daha “soylu”. Dolayısıyla Notting Hill‘ in rengarenk boyalı evleri arasından Portobello‘ ya ulaşmaya çalışırken şehrin daha zıpır yanına da şahit oluyorsunuz. Şehrin en bilinen açık hava antika pazarında yok yok. Porselenler, kristaller, ikinci el kıyafetler ve daha aklınıza ne gelirse… Bunların detaylı görsellerini zaten Londra dekorasyon ve alışveriş turu yazımda bulacaksınız.
İngilizlerin bayıldığı tatlılardan biri de cupcake. E gelmişken en iyilerini tatmadan olmaz. Hummingbird Bakery‘ nin red velveti bir efsane ama karamellisi fos. Gezerken mutlaka göreceğiniz çay butiklerinden biri de Whittard. Bunun da detaylarına alışveriş yazımda değineceğim. Mutlaka çaylarını denemeniz gereken bir marka. Bu arada bizim gittiğimiz haftasonu anneler günü olduğundan tüm markalar anneler günü hazırlığındaydı. Ayrıca yine aynı dönem Peter Rabbit filmi vizyona girdiğinden tam paskalya bayramı öncesi de olması sebebiyle her yer tavşan ve Peter’ dı 🙂
Eskilerde Londra’ ya bağlı küçük bir köy olan Notting Hill ve Portobello’ yu karış karış sokak sokak gezdikten sonra ünlü Oxford caddesine yol alıyoruz.
Buradaki insan kalabalığı, meşhur iki katlı, kırmızı otobüsleri size nerede olduğunuzu bir an bile unutturmuyor. 1666′ daki Büyük Londra Yangını’ ndan sonra şehir yeniden yapılanma sürecine girmiş ve bambaşka bir kimlik kazanmış. Avrupa’ nın en iyi restore edilen ve en iyi korunan binalarına sahip diyebiliriz. İnsan neden biz de böyle olamıyoruz diye sorgulamadan edemiyor.
Oxford caddesini kesen en sevimli ve biraz daha bohem sokaklardan biri de Carnaby caddesi. Caddenin büyüklüğünden sonra bu nispeten dar sokak sizi sarıp sarmalıyor adeta. Oradan Regent caddesine ve Piccadily Circus’ a uzandık. En klasik ama en keyifli caddeler arasında yer alıyor. Binaların görkemine mağazaların ihtişamı eklenince kendinizi kaptırıyorsunuz.
Bu arada yol üstünde gördükçe denediğimiz çaylardan, tattığımız atıştırmalıklardan pek akşam yemeği kıvamında olmadığımızı hissediyor ve kendisini pas geçerek gidilecekler rotamızda olan Sketch’ in barını deneyimlemeye karar veriyoruz. Tabii bunun için otele uğramamız şart zira turist kılığımızla giremeyeceğimiz kıyafet kuralı olan bir mekan. “Guests are expected to be wearing outfits with character” uyarısı yapan bir mekana nasıl gidelim kotla taytla? 😀
Karakter sahibi kıyafetlerimizi giydikten sonra Sketch’ e geçiyoruz. İçinde biri Michelin yıldızlı olan 3 restaurant, 2 bar bulunuyor. Yemek için rezervasyon şart olsa da bara gerekmiyor. Kapıda doluyuz demelerine rağmen kısa bir bekleme sonrası içeri alınıyoruz. Glade isimli barı bir şahane. Kendinizi “Bir Yaz Gecesi Rüyası” sahnesinde hissetmemeniz işten değil, aşağıda gördüğünüz nefis bir orman tasarımıyla. Görselleri websitesinden ekledim çünkü ortam aşırı loş olduğu için fazla iyi çıkmıyor. Kokteyllerinin çok başarılı olduğunu söylemem gerek. Barda oturursanız barmen ağız tadınıza göre daha nokta atışı tavsiyeler veriyor. Benim tercihim tabii ki doğduğu ülkede bol domatesli bir “bloody mary” oldu.
İkinci güne hazırız, program yoğun! Bu arada beni biliyorsunuz, gitmeden mutlaka şehre çok iyi çalışırım, ne zaman ne yapılacak hangi müzeler görülecek, nerede ne yenecek… Taslak net oluyor ama bazı şeyler de yerinde şekilleniyor. Haritada uzak dediğin mesafeyi çabucak bitirebiliyorsun veya buraya az zaman ayıralım dediğin yere aşık oluyorsun daha fazla vakit geçirebiliyorsun. O yüzden planlanmış günlerin içindeki ufak güzel değişimler, listeye almayı unuttuğun yere rastladığındaki heyecan, işte bunlar hep dünya vatandaşlığı, hep gezgincilik 😉
Günün açılışını Harrods‘ ta yapacağımız için açılış saatine kadarki sabah vaktini değerlendirmek için yürümeye karar verdik. Hyde Park’ ın kuzeyinde Kensington Bahçeleri‘ ni boylu boyunca geçerek Kensington Sarayı‘ na vardık. Biliyorsunuz burası kraliyet ailesinin resmi konutlarından bir tanesi. Şu kapıyı unutmak mümkün değil herhalde. Prenses Diana‘ nın vefatında önü metrelerce çiçek kaplanmıştı. Yukarıda bahsettiğim gibi çok açıklık bir alan olduğu için belli belirsiz bir rüzgar inanılmaz üşütmüştü, kulaklardan girip beyin zonklatan cinsten!
Hyde Park’ ın güneyinden çıkış yaptığınızda South Kensington caddesine iniyorsunuz. Bu caddeyi Harrods’ a varana kadar boylu boyunca yürümek istedik metrodan ziyade. Çünkü yol üzerinde 1861′ de ölen Prens Albert anısına yapılmış olan Albert Memorial ve en ünlü konser ve performans sahnesi Royal Albert Hall‘ u görmek istedik.
Harrods ile ilgili tüm paylaşımlarımı dekorasyon ve alışveriş yazımda bulabilirsiniz zira giyim namına hiçbir şey gezmeden sadece gıda, dekorasyon ve birazcık çocuk bölümüne ayırarak bile yarım günümüzü burada harcadık. Tabii sabahki onca yürüyüşün üstüne kahvemizi yeme içme bölümünde aldık. Bu arada Harrods’ ın food court alanından aldığım çörekler (scones) mu-az-zam-dı. Bu gelişte yediklerimin en iyisi.
Hem kendi ufkum hem de sizin için dekorasyon katını gezerken bir yandan mideye inen bu çöreklerle bu kez öğle yemeğini bozduk. Diyeceksiniz ki yeme. Nasıl yemeyeyim ben onların hayaliyle geldim buralara 😀
Burayı yetiştirebildiğimiz kadar gezince rotayı Natural History Museum‘ a çeviriyoruz. İtiraf etmeliyim ki son yıllarda gördüğüm en etkileyici müzelerden oldu kendisi. Önceki gelişimde gezmediğimden ne çok şey kaçırmış olduğumu anladım. Doğa tarihi müzesinde yok yok ki.. Fosiller, dünyanın oluşumu, aklınıza gelecek gelmeyecek her türlü canlıya dair fosil ve illüstrasyonlar, maketler. Gerçekten hakkıyla gezmek için yarım gün hatta tam gün bile ayrılabilir. Keşke.
Girişte yer alan bu muazzam dinozor fosili ne kadar olağanüstü bir yerde olduğunuza dair ipucunu veriyor. Tarihi 1700′ lere dayanan müzede, sergilenenler ilk olarak British Museum’ da yer almış. Sonradan eklenen koleksiyonlarla ayrı bir binaya aktarılması gerektiğine karar verilmiş ve bu Romanesk mimari yapı inşa edilmiş. Aşağıda ikonik merdivenlerini de paylaşıyorum, gerisini mutlaka kendiniz gezin görün diyorum.
Çıkışta artık iyice acıktığımız için rotayı tekrardan, daha fazla ertelemek istemediğimiz Burger & Lobster için Knightsbridge‘ e çeviriyoruz. Dokuz şubesi olan ıstakozları ve burgerleriyle ünlü bu mekandan biz Harvey Nichols‘ ın en üst katında yer alanını seçiyoruz. Taze ve iyi pişirilmiş bir ıstakoz denizden çıkanların arasında yiyebileceklerinizin en muazzamıdır. Burası bu işi aşmış. Lezzeti anlatacak kelimem yok, yemek söz konusu olunca benim aklım duruyor, sadece aldığım hazzı düşünüyorum. O salatanın sosu, ekmeğin yumuşaklığı, ıstakozun nefaseti ve yanında servis edilen japon mayonezi.. Tablo ortada, gidin ve yiyin.
Burger aşırı büyük durmasa da masadan epey doymuş kalkıyorsunuz. Yedik koca porsiyonu hadi şimdi tabana kuvvet. Biz yemekteyken yağmur yağmış durmuş, ortam yürüyüşe uygun! Mayfair ve Soho taraflarına doğru yürüyoruz.
Hyde Park’ ın güneydoğu tarafından geçerken bu taraf girişindeki Marble Arch‘ ı görebilirsiniz. Park gece gözüme biraz ürkütücü göründü, söylemeden edemeyeceğim.
Ve ilerlerken 45 Park Lane oteli görüyoruz. Burası neresi mi 🙂 taa 4 yıl önce Muhteşem Oteller köşemde yer verdiğim bir otel. Tesadüf önünden geçmek hoş oldu. O yazımı okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.
Tudor tipindeki bu bina Londra’ nın en ünlü mağazalarından Liberty London‘ a ait. Hem mimari hem de ürünleri açısından gezmesi aşırı keyifli bir nokta. Alışveriş ve dekorasyon yazımda bulacaksınız detaylarını. Bu arada ciddi bir mesafe yürüyüp günün sonuna geldiğimizden, daha önceden belirlediğimiz birkaç noktadan en yakınını bulmaya çalışıyoruz. Bloomsbury tarafından geçerken bir binanın dev camlarından loş bir ışık süzülüyor ama o da ne? Mercan rengi tüm duvarlardan yansıyan o loş ışık bizi mıknatıs gibi kendine çekiyor. Bir bakalım diye içeri giriyoruz ve vuruluyoruz. Bir bara bir renk, bir konsept bu kadar mı yakışır? Bu kadar mı her şey uyumlu olur birbiriyle? Hele bu huzurlu ortama eşlik eden o caz parçalar… Bir de lezzetli kokteyllerle tam tavsiyelik bir mekan bize günün güzel sürprizi olarak kalıyor.
Üçüncü güne yine müzelerle başlıyoruz. İstikamet yine daha önce gezmediğim Victoria & Albert müzesi. Londra’ daki her müze birbirinden eşsiz gerçekten. Hepsi inanılmaz özenli ve kaliteli içerikler sunuyor. Sanat yanı ağır basan bir müze burası. Öyle ki antika arplardan, enstrümanlardan eski sahne kostümlerine, dönem kıyafetlerine ve heykellere uzanan müthiş bir koleksiyona sahip.
Ayrıca denk geldiğimiz geçici Balenciaga sergisi nefis bir tesadüf oldu. İlave olarak müze mağazasına bayıldım, hele ki kitapları inanılmaz. Mesela Derin’ e şapkacılıkla ilgili bir öykü kitabı aldık, içerik müzeyle ilgili hem de aktivite içeriyor. Hala bayılarak okuyoruz. Zaten müzenin kendi basımevine ait bir kitap ama Amazon’ da da satılıyor, link için tıklayabilirsiniz.
Buradan sağanak olmasa da şemsiye gerektirecek kadar bir yağmur eşliğinde Covent Garden‘ a geçiyoruz. Eskilerde meyve sebze hali olarak kullanılmış bu alan artık tamamen alışveriş ve turistik odaklı. Ama gezmesi son derece keyifli. Civarındaki sokakları da sakın atlamayın.
Bu da kızımıza attığımız kartın kanıtı çünkü kendisi yok. Bu attığımız kartların elimize ulaşmaması durumu çok canımızı sıkıyor. Ne yazık ki Thassos’ tan sonra Londra’ dan attığımız kart da elimize ulaşmadı. Bundan sonra karar aldık, pulu yapıştırıp kartı çantaya! Kendimiz koyarız posta kutusuna 😀
Buradan Trafalgar Meydanı’ nda yer alan National Gallery‘ i geçiyoruz. Bir başka farklı konsept müze daha, hem de en güzellerinden. Defalarca gezilecek cinsten.
Burada Van Gogh, Monet, Renoir ve Caravaggio gibi ressamların muhteşem tablolarını görebilirsiniz. Resme biraz ilginiz varsa sizi mest edecek burası. Yine tamamını gezemeyeceğimiz büyüklükte olduğu için seçtiğimiz galerileri bitirip günün en lezzetli etabına geçiyoruz.
İngiltere’ deyseniz o beş çayı keyfi yapılacak! Es geçilemez. Benim için çok önemli bir ritüel. Bu arada 5 çayı dediğime bakmayın genelde 15.30′ da başlar. Eğer sandviçli full menü isterseniz afternoon tea veya high tea denir. Sadece scone, kaymak (clotted cream) ve reçelli isterseniz de bu set cream tea olarak geçer.
Peki nerede yapmalı? Lokal bazı cafeler de full menü sunmakla beraber benim tercihim her zaman otellerinkinden yana. Geçen sefer Sheraton’ da almıştım bu kez tercihimizi güzel bir tesadüfe bağladık. Hatırlarsanız birkaç ay önce yine Muhteşem Oteller köşemde St. Pancras Renaissance otele yer vermiştim. Ve beş çayımızı da burada almaya karar verdik. Bu saatler çok yoğun olabildiğinden rezervasyonumuzu gitmeden birkaç hafta önce bookatable.co.uk adresinden yaptık. Otelin detayına girmiyorum buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. Şu kadarını söyleyeyim. Beni etkileyen o merdivenlerini yakından görmek şahaneydi.
Buradan mide fesatı geçirmeye ramak kala Piccadily tarafına geçiyoruz, istikamet Fortnum & Mason. Burası tarihi 1707′ ye dayanan bir gurme market. Midemiz açısından çok yanlış ama bütçe olarak çok doğru bir zaman buraya tok gitmek. Çünkü gördüğünüz her ama her şeyi almak istiyorsunuz. Çaylar, peynirler, çikolatalar, kahveler ve daha sayamadığım yüzlercesi.
Sadece gıda yok aslında. Giyim, kozmetik, ev ve mutfak eşyaları da bulabileceklerinizden bazıları. Ama hep en kalitelileri. Çok rahat en az 1 ya da ortalama 2 saat gezme süresi ayırabilirsiniz, öylesine keyifli bir mekan. Bu arada Fortnum ile aynı caddede yer alan Burlington Arcade de tasarım mağazaların bulunduğu gezmesi keyifli bir pasajdır, şiddetle tavsiye olunur. Gün sonunda pilimiz bitmiş bir şekilde biraz daha erken (9 civarı) odaya geçip dinleniyoruz. Ne de olsa yarın kaçamak günü!
Sabah erkenden yolcuyuz! Gün Cambridge günü. Yine tatil öncesinde internetten satın aldığımız National Express biletiyle Victoria Coach İstasyonu‘ ndan 8.30 otobüsüyle gitmeye karar verdik. Tek gün Londra dışında olacağımız için araba kiralama, geri bırakma mesaisiyle uğraşmak istemedik. Ayrıca yakın mesafelerde çevreyi izleyerek navigasyon kovalamadan yol almak daha eğlenceli. Yakın mesafeden kastım 2,5 saat. Aslında süre daha kısa olabilir belki ama Londra’ nın sabah trafiği ve otobüsün uğradığı bir durak sebebiyle zaten şehirden çıkışımız 1 saat sürdü. Yazın şehirlerarası yolculuk çok daha keyifli çünkü İngiltere’ nin bol yağışı neticesinde doğaya hakim o capcanlı yeşil otobanda ilerlemek ayrı güzel.
Saat 11′ e doğru Cambridge’ e varıyoruz. Neden buraya geldik derseniz.. 🙂 Instagram’ da paylaşmamıştım buradan duyuruyorum. Tabii ki bir şehir daha görmek ama görmüşken bir taşla iki kuş vurmak. Ne de olsa Derin’ in göbek bağını bu gün bu lokasyon için saklamışız, gömmeyip de ne yapalım 🙂 neyse sıradan gidelim.
Şehre varır varmaz huzuru hissediyorsunuz. Küçük şehir sevimliliği buraya da hakim. Harika bir düzen var. Kentin tamamı üniversitenin kampüsü gibi. Her yerde bir fakültesine rastlıyorsunuz. Üstelik öğrenci şehri olduğundan dört bir yanınız genç dolu. Sokaklarda yürürken bu şehrin IQ ortalaması kaç acaba diye de düşünmeden edemiyorsunuz.
Şehri biraz gezdikten sonra kampüsleri biraz daha iyi algılayabilmek ve Cambridge‘ in tadını en iyi çıkarabilmek adına Cam nehri üzerinde punting turuna çıkıyoruz. Bu sığ nehirde çubuklarla ilerlenerek yürütülen sallarla keyif yapabilirsiniz. Yerel rehber, yani salı kullananlar (ki genelde üniversite öğrencileri de oluyor) size yüzyıllar boyunca buralarda okumuş krallar, ülke liderleri ve ünlü kişiler hakkında bilgiler veriyorlar. Yakın zamana kadar sokaklarında gezerken ünlü fizikçi Stephen Hawking’ i görebileceğiniz sevimli şehirde bizim tatilimiz sırasında kendisinin vefat etmiş olması çok üzücü bir detay oldu bize.
Punting turu sonrası öğle yemeğimiz için salların park ettiği yerin hemen yanında The Anchor‘ a uğruyoruz. Ada ülkesi olan İngiltere’ nin en klasik yemeği balık ve patates yiyeceğiz. Buranın bir önemi de Pink Floyd grubunun ünlü olmadan önce burada çalıyor oluşu… Bizim yediğimiz tabak ise taze günün balığına eşlik eden patates nefis ötesi bezelye püresiydi.
Bittiğinde çılgınca doymuş oluyorsunuz.
Buraya gelmişken ne alırım diyorsanız özellikle çocuğunuz varsa buraya özel yazılmış kitaplardan almak anı açısından harika olur.. Şu linkteki kitabı Derin için aldık örneğin. Tabii ki lisanslı University of Cambridge yazan tshirt veya sweatshirtler de seçenekler arasında.
Daha tatlı bir şeyler arıyorsanız Chocolat Chocolat buranın eski ve lezzetli çikolatacılarından, es geçmeyin derim.
Gelelim sadede, şu göbek bağı meselesine. Ben bazı alanlarda batıl inançları olan bir insanım. Bu göbek bağı meselesi belki inanılacak son şey ama fırsat varken fiziki uygulamaya dökmenin ne sakıncası olabilir ki 🙂 Varsın oralarda kalsın, belki annesi babası gibi o da aşık olur buralara. Bu işlemi tabii ki Trinity College veya King’ s College gibi gezmesi bile ücretli fakültelerde yapamazsınız ki zaten orta alanlarındaki çimlere basmak bile yasak. O yüzden isteyenler için direk lokasyon vereyim Clare Hall, Clare College diye geçen fakülte bu iş için biçilmiş kaftan 🙂 hem tenha hem basılamayacak çim alanlarının haricinde bölümler de mevcut. Aşağıda gördüğünüz giriş alanı, içerilere doğru gezintiye çıkıp uygun bür köşe bulabilirsiniz, şimdiden hayırlı olsun 🙂 Derin’ inkiyle beraber 3 kızımızınki burada yan yana yatıyor, ilgilisine duyurulur. Bu işlemi yapıp dünyada istediğiniz yere gömen bir Türk şirketi bile varken hiç bana gülmeyin. Tören ve anı videosu, eşimin yakalanma paniği eşliğinde bu işi bitirdiğimize göre dönüşe geçebiliriz.
Günün tüm rehavetiyle yine biletini önceden aldığımız 17.30 National Express otobüsüyle dönüşe geçiyoruz. Amacımız bu keyifli günden kalan yorgunluğu güzel bir yemekle atmak. Lokasyon bilgisi: The Ned London. Burası yine tarihi bir binada yer alan köklü otellerden biri. İçinde toplam 10 adet restoran ve bar var Cecconi’ s de dahil olmak üzere dünya mutfaklarından istediğinizi seçebilirsiniz. Rezervasyon yapmanızı öneririm her daim full + full. Çünkü bir de canlı müzik var. Caz çalan nefis bir gruba denk geldik o gece, keyfimizi cilaladı diyebilirim.
Bizim yemek için tercihimiz Zobler’s Deli & Diner oldu ve son derece memnun kaldık, tattığımız her şey çok lezzetliydi. Kesinlikle tavsiye ediyorum.
5. günümüzdeyiz! Hep yürüdük çok yürüdük ama bugüne metrosuz bağlantısız çok geniş alana yayılan bir yürüme rotası çizdik. Otelimiz Hyde Park’ a çok yakın olduğu için belli yerlere gitmek için içinden geçmek durumundaydık hep. Ama itirazımız yoktu, güne tazecik bir başlangıç için Hyde Park’ a kim hayır diyebilir ki?
Otelde kahvaltı sonrasında parkın içinden geçerek Buckingham Sarayı’ na ulaştık. Kış aylarında saray gezilemiyor. O yüzden sadece dışarıdan bakıp nöbet değişimlerini izleyebiliyorsunuz. Önceki gidişimde gezmiştim ama fotoğraf kesinlikle yasak olduğu için paylaşım yok maalesef. Açık zamanına denk gelirseniz gezmenizi öneririm. Ama yine de gezmeye kapalı alanları insan daha çok merak ediyor ya neyse 😉
Ve St. James’ s Park… Rotayı şöyle çizeyim. Hyde Park’ tan geçip Wellington Anıtı‘ nın kapısından çıkıp yolu dümdüz Constitution Hill boyunca yürüdüğünüzde saraya varıyorsunuz. Buradaki alandan yine dümdüz The Mall boyunca yürürseniz Trafalgar Meydanı‘ na çıkarsınız. Ama biz daha güneydoğu tarafına doğru inerek Westminster bölgesine geçiyoruz.
Önce karşınıza Prenses Diana’ nın düğün ve cenazesinin, Prens William’ ın düğününün yapıldığı katedral olan Westminster Abbey gelecek. Rotamız uzun olduğundan sadece dışarıdan görmekle yetiniyoruz. Sağınıza alıp ilerlediğinizde zaten Houses of Parliement ve Big Ben‘ in arkasına çıkıyorsunuz. Beni takip edenler son yıllardaki gezilerimde tadilatlara takılma şanssızlığımı fark etmişlerdir 🙂 Ve maalesef gitmeden 2-3 ay önce gazetede görmüştüm Big Ben’ in 4 YIL boyunca tadilatta olacağını. Ne yapalım bu seferki kısmet…
London Eye dönme dolabı milenyuma girerken buraya getirilmiş, sonrasında da halkın yoğun ilgisi sebebiyle burada bırakılmasına karar verilmiş. Biz bu kez de binmedik rotayı bozmamak için. 3. gelişimizde belki… Öğlen saatlerine yaklaşırken hafiften kazınmaya başladık tabii. Buradan metroya binip Belgravia bölgesine geçtik. Ne var bu bölgede? Instagram’ ın belki de en çok fotoğraflanan mekanlarından Peggy Porschen cupcakes! Tabii ki o kadar metedilen bir yerde cupcake denemesek ve Instagram için fotoğraf çekilmesek olmazdı.
Ben yine red velvet denedim kıyaslama açısından, Hummingbird’ ün 2-3 kat daha lezzetliydi. Biraz abartıldığını düşündüm açıkçası. Bu Belgravia bölgesine daha önce gelmemiştim, neler kaçırmışım. Bir kere her yer muazzam şık ve kaliteli. En orijinal butikleri burada bulabilirsiniz. Tam bir bespoke (kişiye özel tasarım) cenneti. Kişiye özel parfümcü, şapkacı, iç çamaşırcı başta olmak üzere en enfes butikleri burada bence.
‘ e davet edilenlere bakın çoğunun şapkası Philip Treacy‘ dir.
Buradan yürüyerek başka bir nefis bölgeye geçiyoruz, Pimlico! İşte burası da benim cennetim! İç mimarlık ofislerinin, tasarımcıların ve önemli mobilya markalarının mağazaları burada bulunuyor. Pimlico’ nun detaylarına alışveriş ve dekorasyon yazısında gireceğim, şimdilik nokta koyuyorum veeee Sloane caddesine geçiyorum.
Sloane Street bir ucu Knightsbridge yani Harrod’s ve Harvey Nichols’ in olduğu bölgeye çıkan bir cadde ve şehrin bir diğer şık ve pahalı caddelerinden biri. Dünyaca ünlü markaların en gösterişli mağazaları hep bu cadde üzerinde. Mutlaka bu tarafa yolunuzu düşürün derim. Yolumuza Bond Street
Akşam üstüne doğru güneşli havadan eser kalmaması bir parça üzdü çünkü nefis bir gün batımı vaad eden Thames Nehri Tower Bridge manzaralı Coppa Club‘ a rezervasyon yaptırmıştık. Ne yazık ki bolca buluta maruz kaldık, Londra havası malum. Tower of London’ a çıkan metrodan indiğiniz anda nehre doğru yürürken hemen sağınızda kalıyor bu restoran. Burayı da yine Instagram’ ın favori fotoğraf mekanlarından olarak şeffaf iglolarıyla bilirsiniz. Biz 3 hafta önce rezervasyon yaptırmamıza rağmen boş iglo bulamadık maalesef. Trend mekan olunca her yer dolu elbette. Yine de günbatımsız hali bile enfesti, karşınızda ışıl ışıl Tower Bridge varken. Yemekleri de gayet lezzetli ve gittiğimiz çoğu mekana göre fiyatları epey uygundu. Öğle yemeği için de tercih edilebilecek bir mekan. Yemek sonrası tatlısı, kahvesi, bir kadeh içeceğiyle tüm akşamımızı bu nefis manzarada geçirdik.
Bu da bugünün notu olsun. Stephen Hawking’ in vefat ettiği gün her yerde onunla ilgili anekdotlar, sözler vardı…
Londra’ da 6. ve son gün.. Dönüyoruz ama baya baya tam gün bizim sayılır zira uçağımız 22.40′ ta. Turistik olarak pek çok yeri gördüğümüz için biraz daha müze gezelim deyip Bloomsbury bölgesine geçip günü The British Museum‘ da başlatıyoruz. Tabii ki çok etkileyici bir müze, dünyanın her ama her yerinden bir araya getirilmiş binlerce yıllık eserler, taşlar, heykeller, yapıtlar var. Gezerken iyi ama anavatanlarından koparılmış olması artık bana çok manasız geliyor maalesef…
Buradan sonra Chelsea tarafına geçiyoruz ki burası da Pimlico’ nun bir versiyonu. Dekorasyon ve tasarım anlamında sınırsız seçenek bulabileceğiniz markaları barındırıyor. Hatta Instagram’ da takip edenler bilir duvar kağıtlarına hayran olduğum De Gournay’ in bir mağazası da bu caddedeydi. Bu cadde epey uzun biz ise oldukça yorulmuştuk, bir cafede pit stop yapıp sonrasında gezinmeye devam ediyoruz. O zaman paylaşmadığım bir bilgiyi burdan vereyim. Çok sevdiğim bir markayla röportaj ve çekim ayarlamıştık ama son anda çıkan bir aksilik yüzünden gerçekleştiremedik. İnşallah başka gezilere, başka markalara… Buradan detaylar dekorasyon postunda olacak.
Yine metroya binmeksizin uzun bir yürüyüş parkurundayız bugün. Yumuşacık havanın son saatlerin hakkını vermeye çalışıyoruz. Bu arada Chelsea’ deyken uğramak istediğim The Ivy Chelsea Garden restorana girmekten vazgeçip rotayı “bir daha nerede bulacağız” diyerek kapanışı yapmak üzere Burger & Lobster’ a çevirdik tekrardan.
Oraya varmadan önce Piccadily Circus‘ a doğru yürüdük . Oradan Regent Street ve Bond Street‘ te kapanış turlarını atıp girmediğimiz son mağazaları geziyoruz. Bunlardan biri de Liberty London. O bir klasik, o bir olmazsa olmaz, gitmeden aurasını anlamak mümkün değil. Çok keyifle gezilen department store dediklerinden.
Buradan sonra hala yola çıkmak için 2 saatimiz olduğundan ve otelimize de yakın olduğu için tekrar Notting Hill tarafına geçerek oraları turluyor son tadım ve alışverişlerimizi yapıyoruz. Buna bahsettiğim ıstakoz burgerler, Hummingbird bakeryde cupcake gibi obezite zorlayıcı detaylar dahil 🙂 Bu arada market alışverişi yapmak isterseniz Mark & Spencer’ ın gıda market kısmı muazzam. Her şey private label ürün yani M&S etiketli ama hepsi birbirinden lezzetli. Yerel tatlar eve götürmeyi seviyorsanız bizim gibi, mutlaka değerlendirin…
Bir gezinin daha sonuna geldik, Londra zehrini eşime de damardan vermiş, onu da aşık etmiş olarak evimize döndük. Arayı bu kadar açmamak, en kısa sürede görüşmek dileğiyle.. Sormak istediklerinizi yorum olarak bırakabilirsiniz. Tabii ki buraya kadar zahmet edip okuduysanız cansınız siz 😉
Not: Londra alışveriş ve dekorasyon yazım için buraya tıklayabilirsiniz.
2 Yorum Var
Üniversite de yurt dışına çıkmayı planlıyordum. İngiltere de bu planlarımın arasındaydı. Sayenizde yeni bilgiler ve yeni yerler öğrendim 🙂
harika 🙂 çok sevindim faydalı olduğuna.. gerçekten bambaşka bir yer, umarım tercihiniz orası olur
sevgiler